Monday 24 December 2007

The Moonstone


AYTAŞI

Özlem Öz (Varlık)

AYTAŞI. W. Wilkie Collins, Bilge Yayıncılık, 2004, 458 sayfa, 17,5 YTL. (çev. Utku İlban Coşkunoğlu)

William Wilkie Collins’in (1824-1889) İngiltere’de 1868 yılında yayımlanan, yayımlanmasını izleyen yıllarda çeşitli defalar filme de çekilmiş olan ve T.S. Eliot tarafından “modern İngiliz polisiye romanlarının ilki,* en uzunu ve en iyisi” olarak nitelendirilen polisiye klasiği Aytaşı (The Moonstone) ülkemizde Bilge Yayıncılık tarafından yayımlandı.

Romanın konusuna geçmeden önce, yazarını kısaca tanıyalım. “İngiliz dedektif yazının büyükbabası” olarak anılan W. Wilkie Collins 1824’te Londra’da doğar ve yazın yaşamına The Illuminated Magazine’de yayımlanan bir hikaye ile 1843’de adım atar. İlk kitabı (ressam babasının yaşamını konu edinen Memoirs of the Life of William Collins) 1848’de yayımlanan Collins, izleyen yıllarda (1889’da ölümüne dek) 25’i roman toplam 33 kitap ile çok sayıda oyun ve hikaye yazar. Aytaşı’nın da yayımlandığı 1860’lar ise Collins’in yazın kariyerinin altın yılları olarak kabul edilir. Charles Dickens’ın çağdaşı ve yakın arkadaşı olan yazarın yaygın biçimde üne kavuşmasını sağlayan iki romanının - Aytaşı (The Moonstone) ile Beyazlı Kadın (The Woman in White)- Dickens’ın çıkardığı All the Year Round adlı dergide tefrika edildiğini de belirtelim. Ayrıca, iki arkadaşın ortaklaşa yazdıkları hikayeler ve makaleler de var. Öte yandan, aslında ardında yaşamına dair akademisyenleri ve biyografi yazarlarını hayal kırıklığına uğratacak kadar az belge/bilgi bırakmış olan Collins’in, özel yaşamına ilişkin tercihlerinin Viktorya dönemi İngiltere’sinde “skandal” olarak nitelenen özellikler taşıdığını biliyoruz. Öyle ki, sıkı bir evilik karşıtı olmasına ek olarak, yaşamının önemli bir bölümünü iki kadın ile birlikte (“bigamy”) geçirmiş, gayrimeşru çocukları olmuş ve öldüğünde de mirasının hayatını paylaştığı bu iki kadın -Caroline Graves ve Martha Rudd- arasında eşit biçimde paylaştırılmasını vasiyet etmişti. Collins’in bohem yaşam tarzı bununla sınırlı kalmıyordu. “İyi yemek-iyi şarap” düşkünü olan yazar, önceleri ağrılarını dindirmek amacıyla (kalbi ve gözleriyle ilgili olanlar başta olmak üzere pek çok sağlık sorunu vardı) kullanmaya başladığı afyona da iyiden iyiye alışmış ve ilerleyen yıllarda bu alışkanlığı çektiği acıları dindirmek için dozu gittikçe artırmasıyla oldukça tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Kim bilir, belki de ona göre yaşam, romanlarından birinde (Man and Wife, 1860) bir kahramanına söylettiği gibi, “düşünerek yaşayanlar için bir komedi, hissederek yaşayanlar içinse bir trajediydi.”

Dedektif romanlarının ilk örneklerinden sayılan Aytaşı’nın konusu, eski bir Hint efsanesine göre dört kollu bir tanrı olan ay tanrısının alnının ortasına çakılı olan ve kutsal sayılan, çok değerli, sarı bir elmasın (Aytaşı) etrafında döner. Kitap, Aytaşı ile ilgili bir efsanenin özetlenmesiyle başlar. Efsaneye göre, elmasa kutsal nefesiyle üfleyen büyük tanrı, taşı yerinden eden insanların ve ailelerinin lanetleneceğini bildirir ve üç Brahmanı elması korumakla görevlendirir. İngiliz ordusunun Hindistan’da yürüttüğü Seringapatam kuşatması sırasında bir İngiliz askerinin (John Herncastle) eline geçen Aytaşı, Herncastle’ın vasiyeti gereği onsekizinci yaşgününde Rachel Verinder’e hediye edildiği gece ortadan kaybolur. Romanın geri kalanında, elmasın kaybolması olayına şu veya bu şekilde karışan/tanık olan çeşitli karakterler olup biteni kendi bakış açılarından anlatırlar ve Scotland Yard’tan Çavuş Cuff’ın –Cuff’ın etkisiyle “dedektiflik humması”na yakalanan Robinson Crusoe okumaya meraklı kahya Betteredge’in de yardımlarıyla- sırrı aydınlatmasıyla roman son bulur.

Aytaşı’nda “kır malikanesi”, “aciz yerel polisler” ve “ekzantrik dedektif” gibi izleyen yıllarda altın çağını yaşayacak olan dedektif yazınında sıklıkla rastlanan bazı tipik özellikleri ilk kez bir arada görürüz. Aslında Conan Doyle’un yarattığı ve tüm zamanların en ünlü dedektifi olarak kabul edilen Sherlock Holmes karakterinin yalnız Poe’nun Auguste Dupin’inden değil, Aytaşı’nın ekzantrik dedektifi Çavuş Cuff’tan da izler taşıdığı söylenebilir. Zira çelik grisi gözleriyle “sizde kendinizin bile bilmediği bir şeyler gören” Çavuş Cuff da aynen ünlü meslektaşı gibi son derece soğukkanlı, başkalarının önemsemediği detaylardan önemli ipuçları çıkarabilen ve tuhaf merakları (burada gül yetiştirmek) olan sevimli bir ukala (“Yemek konusu insanların zayıf yönleri arasında en saygıyla baktığımdır.”) Sherlock Holmes başta olmak üzere ilerleyen yıllarda yaratılan pek çok dedektif karakterinin düşünürken müzik aleti çalma/müzikle uğraşma alışkanlıklarını biliriz, Aytaşı’nın Çavuş Cuff’ı da “düşünce yoluyla sonuca adım adım yaklaşırken” ıslıkla “yazın son gülü” şarkısını çalıyor. (İlgilenenler için bir not: Dedektiflerin müzik merakına ilişkin İngiliz The Guardian gazetesinde 17 Eylül 2004’te Mike Ashman imzasıyla “Singing Dedectives” adlı bir makale yayımlanmıştı.)

Belirtilmesi gereken diğer bir husus da, Aytaşı’nın edebiyat tarihçileri tarafından gerek kadına bakışı, gerekse de kolonileşmeye ve dine yaklaşımı açısından dönemine göre “şaşırtıcı biçimde modern” olarak nitelendiği gerçeğidir. Örneğin yazar, kitabın karakterlerinden ve anlatıcılarından ikisini -bulabildiği her köşeye dini kitaplar bırakarak insanları doğru yola eriştirebileceğini düşünen din fanatiği Bayan Clack ile “bir kadın sizi üzmüşse bunu bir başka kadına anlatmak çok rahatlatıcı olacaktır; zira onda dokuz bir olasılıkla ikinci hanım sizi haklı görecektir” diyebilen kahya Betteredge’i- dine ve kadınlara ilişkin tutumlarından dolayı alaya almaktan geri durmaz. Aytaşı’nı daha da ilginç kılan unsur ise, romanda Hintliler’in “uygarlaştırılması gereken barbarlar” olarak çizilmemeleri, aksine oldukça kibar ve fedakar insanlar olarak betimlenmeleridir. Hatta romanda mutlaka bir “barbarlık” aranacaksa bu, olsa olsa sahip olmayı hakketmediği bir elması zenginliğini ve gücünü perçinleyebilmek için kör bir arzu ile isteyen ve kuşatma sırasında bu değerli elması ele geçirebilmek için kan dökmekte tereddüt etmeyen İngiliz askeri John Herncastle’a yakışır. Ayrıca, İngilizler için ancak parasal değeri kadar önem taşıyan Aytaşı’na Hintliler tarafından maddiyatın çok ötesinde bir anlam ve önem, manevi bir değer atfediliğinin altı çizilir. Öte yandan, Hintli Brahmanlar da kendilerinden çalınan elması geri alabilmek için kılık değiştirip hokkabazlık yaparak önemli riskler almaktan, şüphelendikleri insanları gizli gizli takip ederek gözetlemekten, üstlerini aramaktan ve hatta gerekirse bu yolda cinayet işlemekten kaçınmamaktadırlar. Gönülçelen bir arzu nesnesi olarak Aytaşı bu yönleriyle insanları cezbeden ve haset, hırs ve hatta cinayet eğilimi gibi zaaflarını/kötü yanlarını açığa çıkaran bir işlev görür. Fedakar ve erdemli davranalar bu nesneye sahip olma isteği tarafından cezbedilmeyenlerdir ve yalnız onlar olup bitenlerden olgunlaşarak sıyrılmayı başarabilirler. Ancak değişmeyen bir gerçek vardır ki, bu da elmasın hiçbir zaman İngiltere’ye ait olamadığı, başka bir ülkeden “çalınmış” olduğudur. Wilkie Collins’in romanın girişinde belirttiği gibi, hikayeye esin kaynağı olan elmaslardan biri halen Londra’da (Tower of London’da) sergilenen, Aytaşı gibi Hindistan’dan gelen ve uğursuz sayılan İngiliz kraliyet ailesine ait Koh-i-Noor elmasıdır. Diğer bir deyişle Aytaşı, Wilkie Collins uzmanı akademisyen Philip Allingham’ın belirttiği gibi, İngiliz emperyalizminin Hindistan’daki maceralarında elde ettiği kazanımların bir sembolü olarak yorumlanabilir ve bu açıdan bakıldığında romanın sonu oldukça manidar bir hal alır.

Yazımızı bitirirken, 458 sayfalık bu uzun kitabın, uzun kitapların “gereksiz uzatılmış” olanlarından değil de, “Keşke hiç bitmese!” diye okunanlarından olduğunu belirtelim ve yalnız polisiye düşkünlerine değil, kitabın yazarı Collins’in “Bu dünyada iyi bir roman okumaktan daha yüce, daha iyi ve daha karlı çok az şey var,” sözlerini paylaşanlara tavsiye edelim.

*Bu konuda tartışma devam ediyor. Örneğin, Eliot gibi Aytaşı’nı ilk İngiliz dedektif romanı kabul edenler olduğu gibi, Charles Felix’in Nothing Hill Esrarı’nı (The Nothing Hill Mystery, 1865) ilk kabul edenler de var. İlk kurgusal dedektifin Poe’nun Dupin’i olduğu ve ilk kadın dedektifi Anne Rodway’in Günlüğü’nde (The Diary of Anne Rodway, 1856) yine Collins’in yarattığı üzerinde ise birleşiliyor.

1 comment:

Mehmet Erkan ÖZSEYHAN said...

Teşekkürler, bu denli derin analizli bir yazı derlediğiniz için.