Sunday 23 December 2007

Agatha Christie


DAME AGATHA İLE HAYAL DÜNYASINA KAÇIŞ

Özlem Öz (Patika)

1908 yılının bir kış günü İngiltere’nin Torquay kasabasında hasta yatağında sıkılan 18 yaşındaki Agatha’ya annesi “Neden sen de ablan gibi hikayeler yazmıyorsun?” demişti. (Agatha’nın kız kardeşi Madge, Vanity Fair gibi bazı dergilere kısa hikayeler yazıyordu.) İlk denemeleri hayal kırıklığı ile sonuçlansa da, bu genç kız iyi ki yazmaya devam etti. Bu sayede, kitapları bütün dünyada milyonlarca satan bir polisiye yazarı olacak ve bize Doğu Ekspressi’nde Cinayet, Nil’de Ölüm gibi hazineleri bırakacaktı. Herkesin favori bir Christie hikayesi vardır; örneğin, gerçeklerin aslında sandığımızdan ne kadar farklı olduğunu şaşkınlıkla idrak ettiğimiz durumları hatırlatan Endless Night (Bitmeyen Gece) benim en sevdiklerimden biri.

Helcule Poirot 85 Yaşında!

1914’te Archibald Christie ile evlenerek Christie soyadını alan Agatha Mary Clarissa Miller, o sıralarda patlak veren Birinci Dünya Savaşı sırasında gönüllü olarak bir hastanede çalışmaya başladı ve burada ilerleyen yıllarda yazacağı dedektif hikayelerinde sıklıkla kullanacağı ilaçlar ve zehirler hakkında detaylı bilgiler edindi. (Kitaplarındaki cinayetlerin neredeyse yarısının zehirlerle ilgili olduğunu belirtelim.) Agatha Christie, dedektif romanları yazmaya başlamasında kız kardeşi Madge ile girdikleri bir tartışmanın payı olduğunu anlatır. Dedektif romanları okumayı çok seven iki kız kardeşten Agatha bu tür hikayeler yazmak istediğini söyleyince, Madge bu tür hikayeler yazmanın çok zor olduğunu ve Agatha’nın bunu başaramayacağını iddia eder. Bu olayın da etkisiyle bir dedektif romanı yazmaya karar veren Agatha Christie, Holmes-vari sevimli bir ukala olan ve “küçük gri hücreleri” gayet iyi çalışan, pek çok romanının kahramanı Belçikalı dedektif Helcule Poirot karakterini yaratır. Üç yayınevinden geri dönen ilk romanı The Mysterious Affair at Styles (Styles’teki Esrarengiz Vaka) 1920 yılında -ilk yazıldığı tarihten yıllar sonra- The Bodley Head tarafından nihayet yayımlanır. İzleyen yıllarda yeni dedektif hikayeleri birbiri ardına yayımlanmaya başlayan Agatha Christie’nin asıl üne kavuşmasını sağlayan romanı ise, 1926 yılında yayımlanan The Murder of Roger Ackroyd (Roger Ackroyd Cinayeti) olur. Kitap, özellikle süprizli finali ile dedektif romanlarının altın kurallarını (örn. okur ile dedektifin cinayetle ilgili bilgilerle donanım açısından eşit koşullarda olmaları, romanın sonunda karakterlerden birinin bilinmeyen bir ikizinin çıkmaması, dedektifin ya da yardımcısının asla katil olmaması, vs.) ihlal ettiği gerekçesiyle ateşli bir tartışma yaratır. Agatha Christie daha sonraki romanlarında da kendisini bu kurallarla bağlı hissetmemiştir.

Esrarengiz Bir Ortadan Kaybolma Vakası

Bir yazar olarak başarıdan başarıya koşan Agatha Christie’nin özel hayatı ise çalkantılı bir dönemden geçmektedir. Annesinin ölümüyle sarsılan yazar, eşi Archie’nin başka bir kadınla (Nancy Neele) ilişkisi olduğunu öğrenir ve tabii gönül işleri söz konusu olunca üç kişi biraz kalabalık gelir. Agatha Christie bir kış günü gece yarısına doğru arabasına binip evden uzaklaşır ve o gece geri dönmez. Arabası yol kenarında terk edilmiş olarak bulunur. Dedektif romanları yazarının esrarengiz bir biçimde ortadan kaybolması hiç şüphesiz dönemin gazetelerine bulunmaz bir malzeme sunar. Örneğin Daily News, Agatha Christie’nin nerede olabileceğine dair bilgi veren kişiye para ödülü vadetmekle kalmaz, işi ünlü yazarın olası kılık değiştirmiş (değişik saç modelleri, gözlükler, vs.) halleriyle fotoğraflarını yayımlamaya kadar götürür! (Daha sonraları, bu olayı konu edinen 1979 yapımı Agatha adlı bir film de çekilmiştir.) Tam da Agatha Christie’nin intihar etmiş olabileceği düşünülmeye başlanmışken, ünlü yazarın Yorkshire’da bulunan bir otelde Mrs. Neele (!) ismiyle kalmakta olduğu tespit edilir. Olay 11 gün sonra nihayet açıklığa kavuşurken, Agatha Christie izleyen yıllarda bu esrarengiz “ortadan kaybolma vakası” hakkında asla konuşmamıştır ve yazarın hayatı hakkında bu gibi özel konuları merak edenler romanlarındaki “ipuçları”yla yetinmek durmunda kalmışlardır. (Örneğin, romanlarındaki dedektiflerin aşkın çok hızlı ve kolay bir biçimde nefrete dönüşebileceğine dair tespitlerini okuruz.)

Katili Gördüm!

Agatha Christie 1928 yılında boşanır ve seyahate çıkmaya karar vererek Orient Express ile İstanbul’a (yaygın olarak varsayılanın aksine, Agatha Christie’nin İstanbul – Pera Palas’ta ortadan kaybolduğu sırada değil, daha sonra kalmış olduğunu not edelim) ve ardından Bağdat’a gider. Bu gezisi sırasında tanıştığı arkeolog Max Mallowan ile 1930’da evlenen Agatha Christie, izleyen yıllarda eşinin arkeoloji kazıları vesilesiyle değişik ülkelerde bulunur. Hayatının en mutlu dönemi olarak nitelediği bu yıllarda, Death on the Nile (Nil’de Ölüm) başta olmak üzere sevilen pek çok romanını kaleme alır. Bu arada, Kraliçenin ricasıyla 1946 yılında yazdığı bir radyo oyununu, daha sonra geliştirerek tiyatro oyununa dönüştürür. The Mousetrap (Fare Kapanı) adlı bu oyun, 1952’den beri Londra tiyatrolarında sahnelenegelmiş ve kendi altın kuralını geliştirmiştir: Oyunun sonunda oyunculardan biri sahneye çıkar ve izleyicilerden katilin kim olduğunu kimseye söylememelerini rica eder. Yalnızca romanı okuyan ya da oyunu izleyenler tarafından bilinen katilin kimliği hakkındaki bu sır, okuyucuların/seyircilerin adeta mutlulukla katıldığı bir dayanışmayla yaygın biçimde korunmaya devam ediliyor. Eğer siz de üstad Dostoyevski gibi, “Esrarlı şeyleri dehşetli severim” diyenlerdenseniz, kendinizi Dame Agatha’nın hayal dünyasına keyifle bırakabilirsiniz. Çünkü katilin kim olduğunu size söylemeyeceğiz!

No comments: