Özlem Öz
17 Mart 2013 (Radikal 2)
Reha Erdem’in bu hafta vizyona giren son filmi ‘Jîn’,
“gerilla kadınlar kırmızı eşarp
takmıyor, Türkçe’yi de hecelemeden şakır
şakır konuşuyorlar”dan “savaşın
sürdüğü yerler bu kadar ormanlık değil”e kadar uzanan yanlış anlamalar dizisini düşününce, ‘Kosmos’un rekorunu kıracak gibi görünüyor! Zengin
çağrışımlı ve artık Erdem’in alameti farikası diyebileceğimiz fantastik-poetik anlarla bezeli bu hüzünlü ve şefkatli filmde, öne çıkan temalardan ikisine daha yakından
bakalım: Ormanda dolaşmak
ve kadın olmak.
Kederli, güzel orman
Sinemamızın Alain Robbet Grillet’si Erdem, filmde
“cesur gençkızlar”ından
bir diğerini, Jîn’i, zorlu bir yolculuğa çıkarıyor. Dağlarda
mücadele eden gerilla arkadaşlarından
neden ayrıldığını
tam bilmiyoruz Jîn’in. Ama film ilerledikçe, Jîn tek başına orman dünyasına daldıkça ve zaman zaman inip
aşağıdaki hayata karışıp
yine ormanına döndükçe anlıyoruz ki, bu yolculuğun anlamı “İzmir’deki dayı”ya ulaşmanın çok ötesine taşınıyor.
Biliyoruz ki, ormanda yolculuk teması, değişik çağrışımlar taşıyabiliyor.
Ormana dalmak, yoldan çıkmak, bocalamak ya da hayatta yolunu kaybetmek demek
olabiliyor örneğin.
Ya da ormanda geçirilen zaman bir tür inzivaya, içsel bir yolculuğa ve iyileşme
sürecine işaret edebiliyor. Orman, özellikle
masallardaki temsiliyle karanlık, gizemli, neredeyse ulaşılması imkansız bilinçaltının bir sembolü olarak da
yorumlanıyor. Yani ormanda dolaşma
temasında, bütün keyifleri ve tehlikeleriyle bilinmeyen diyarların olası keşfinin çekiciliği
de saklı.
Erdem, Jîn’in şimdiye
dek yarattığı
en isyankar karakter olduğunu
söylüyor. Galiba en cesurlarından da. Çünkü orman yolculuğuna tek başına,
kendi isteğiyle dalıyor Jîn. Ormanın
seslerinden, süprizlerinden önce az biraz tedirgin olsa da, sonra seviyor
ormanı, yolculuğunu,
ormandaki hayvan dostlarını. Hatta gitgide bir tür sığınak oluyor Jîn’e orman ve böylece güvenli köy-tekinsiz
orman karşıtlığı da tersyüz. Yiyeceklerini de, üzerlerine düşen bombaları da paylaşıyor
ormanın gerçek sahipleri. Ve biz, Jîn doğada
hayvanlarla beraberken üzerlerine yağan
bombalarla iyice anlamsızlaşan
bu savaşın, neler olduğunu bile tam anlayamayan sessiz mağdurlarını düşünüyoruz.
“Umut doluyum, yaralar içindeyim”
“Ormanın derinliklerinde yapayalnız dolaşan bir kız” imgesi, çok güçlü bir imge şüphesiz ve pek çok masaldan da tanıdık. Yapayalnız kaldığı “büyük, çok büyük bir ormanda” hayvan dostlarında
teselli bulan Pamuk Prenses’i hatırlıyoruz örneğin ve tabii Erdem gerillasına kırmızı bir eşarp taktığı
için, en çok da Kırmızı Başlıklı
Kız’ı. Tıpkı zengin çağrışımlı bir masal olan ve özellikle “kadın olma” temalarıyla
ilişkilendirilen Kırmızı Başlıklı Kız’ın kahramanı gibi, Jîn de ormana kendi isteğiyle giriyor. Ardından erkeklerin türlü çeşit dalaverelerine, tacizlerine maruz kalıyor. Ve yolculuğu boyunca başına
gelenlerden, yaşadığı ve atlattığı
badirelerden sonra yalnız bir Kürt olarak değil, bir kadın olarak da masalın bazı ilk versiyonlarındaki
gibi kendi çabasıyla “yeniden doğuyor”.
Öyleyse
bu, Jîn’in kendisini, davasını ve bir kadın olmayı anlama ve onaylama yolculuğunun filmi. Yani bu bir bakıma Jîn’in, “Ben, Jîn”
diyebilmesinin filmi. İlk
kez izlerken, Jîn bu cümleyi söyleyebildiğinde
“Tam burada bitseymiş
film” diye geçmişti
bir an aklımdan ama iyi ki bitmemiş.
Final sahnesi o kadar güzel ki... Bir resim-şiir sanki. Zaten film, Jîn bir Miyazaki ormanı geyiğiyle yüz yüze gelince ya da bombalardan kaçıp aynı mağaraya sığındığı devasa bir ayıyla elmasını paylaşınca, gitgide bir masala, oradan büyülü-şiirsel bir resme dönüşüyor
zaman zaman. Öyle ki Erdem, Alman romantisizminin önemli isimlerinden ressam
Caspar David Friedrich’in bazı tablolarını yeniden yarattığını söylüyor filmde. Filmin nefis müziği de, “yalnızlık”, “ölüm”, “melankoli” gibi Friedrich
temalarını bir rüzgarla getirip filme taşıyor
sanki. Daha önemlisi ama, filmin Friedrich eleştirmenlerinin “belki de şiire bırakılsa daha iyi olacak” dedikleri bir alana, yani
ressamın eserlerinin en derinlerinde yatan şiire dokunması.
No comments:
Post a Comment