Monday 24 December 2007

The Moonstone


AYTAŞI

Özlem Öz (Varlık)

AYTAŞI. W. Wilkie Collins, Bilge Yayıncılık, 2004, 458 sayfa, 17,5 YTL. (çev. Utku İlban Coşkunoğlu)

William Wilkie Collins’in (1824-1889) İngiltere’de 1868 yılında yayımlanan, yayımlanmasını izleyen yıllarda çeşitli defalar filme de çekilmiş olan ve T.S. Eliot tarafından “modern İngiliz polisiye romanlarının ilki,* en uzunu ve en iyisi” olarak nitelendirilen polisiye klasiği Aytaşı (The Moonstone) ülkemizde Bilge Yayıncılık tarafından yayımlandı.

Romanın konusuna geçmeden önce, yazarını kısaca tanıyalım. “İngiliz dedektif yazının büyükbabası” olarak anılan W. Wilkie Collins 1824’te Londra’da doğar ve yazın yaşamına The Illuminated Magazine’de yayımlanan bir hikaye ile 1843’de adım atar. İlk kitabı (ressam babasının yaşamını konu edinen Memoirs of the Life of William Collins) 1848’de yayımlanan Collins, izleyen yıllarda (1889’da ölümüne dek) 25’i roman toplam 33 kitap ile çok sayıda oyun ve hikaye yazar. Aytaşı’nın da yayımlandığı 1860’lar ise Collins’in yazın kariyerinin altın yılları olarak kabul edilir. Charles Dickens’ın çağdaşı ve yakın arkadaşı olan yazarın yaygın biçimde üne kavuşmasını sağlayan iki romanının - Aytaşı (The Moonstone) ile Beyazlı Kadın (The Woman in White)- Dickens’ın çıkardığı All the Year Round adlı dergide tefrika edildiğini de belirtelim. Ayrıca, iki arkadaşın ortaklaşa yazdıkları hikayeler ve makaleler de var. Öte yandan, aslında ardında yaşamına dair akademisyenleri ve biyografi yazarlarını hayal kırıklığına uğratacak kadar az belge/bilgi bırakmış olan Collins’in, özel yaşamına ilişkin tercihlerinin Viktorya dönemi İngiltere’sinde “skandal” olarak nitelenen özellikler taşıdığını biliyoruz. Öyle ki, sıkı bir evilik karşıtı olmasına ek olarak, yaşamının önemli bir bölümünü iki kadın ile birlikte (“bigamy”) geçirmiş, gayrimeşru çocukları olmuş ve öldüğünde de mirasının hayatını paylaştığı bu iki kadın -Caroline Graves ve Martha Rudd- arasında eşit biçimde paylaştırılmasını vasiyet etmişti. Collins’in bohem yaşam tarzı bununla sınırlı kalmıyordu. “İyi yemek-iyi şarap” düşkünü olan yazar, önceleri ağrılarını dindirmek amacıyla (kalbi ve gözleriyle ilgili olanlar başta olmak üzere pek çok sağlık sorunu vardı) kullanmaya başladığı afyona da iyiden iyiye alışmış ve ilerleyen yıllarda bu alışkanlığı çektiği acıları dindirmek için dozu gittikçe artırmasıyla oldukça tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Kim bilir, belki de ona göre yaşam, romanlarından birinde (Man and Wife, 1860) bir kahramanına söylettiği gibi, “düşünerek yaşayanlar için bir komedi, hissederek yaşayanlar içinse bir trajediydi.”

Dedektif romanlarının ilk örneklerinden sayılan Aytaşı’nın konusu, eski bir Hint efsanesine göre dört kollu bir tanrı olan ay tanrısının alnının ortasına çakılı olan ve kutsal sayılan, çok değerli, sarı bir elmasın (Aytaşı) etrafında döner. Kitap, Aytaşı ile ilgili bir efsanenin özetlenmesiyle başlar. Efsaneye göre, elmasa kutsal nefesiyle üfleyen büyük tanrı, taşı yerinden eden insanların ve ailelerinin lanetleneceğini bildirir ve üç Brahmanı elması korumakla görevlendirir. İngiliz ordusunun Hindistan’da yürüttüğü Seringapatam kuşatması sırasında bir İngiliz askerinin (John Herncastle) eline geçen Aytaşı, Herncastle’ın vasiyeti gereği onsekizinci yaşgününde Rachel Verinder’e hediye edildiği gece ortadan kaybolur. Romanın geri kalanında, elmasın kaybolması olayına şu veya bu şekilde karışan/tanık olan çeşitli karakterler olup biteni kendi bakış açılarından anlatırlar ve Scotland Yard’tan Çavuş Cuff’ın –Cuff’ın etkisiyle “dedektiflik humması”na yakalanan Robinson Crusoe okumaya meraklı kahya Betteredge’in de yardımlarıyla- sırrı aydınlatmasıyla roman son bulur.

Aytaşı’nda “kır malikanesi”, “aciz yerel polisler” ve “ekzantrik dedektif” gibi izleyen yıllarda altın çağını yaşayacak olan dedektif yazınında sıklıkla rastlanan bazı tipik özellikleri ilk kez bir arada görürüz. Aslında Conan Doyle’un yarattığı ve tüm zamanların en ünlü dedektifi olarak kabul edilen Sherlock Holmes karakterinin yalnız Poe’nun Auguste Dupin’inden değil, Aytaşı’nın ekzantrik dedektifi Çavuş Cuff’tan da izler taşıdığı söylenebilir. Zira çelik grisi gözleriyle “sizde kendinizin bile bilmediği bir şeyler gören” Çavuş Cuff da aynen ünlü meslektaşı gibi son derece soğukkanlı, başkalarının önemsemediği detaylardan önemli ipuçları çıkarabilen ve tuhaf merakları (burada gül yetiştirmek) olan sevimli bir ukala (“Yemek konusu insanların zayıf yönleri arasında en saygıyla baktığımdır.”) Sherlock Holmes başta olmak üzere ilerleyen yıllarda yaratılan pek çok dedektif karakterinin düşünürken müzik aleti çalma/müzikle uğraşma alışkanlıklarını biliriz, Aytaşı’nın Çavuş Cuff’ı da “düşünce yoluyla sonuca adım adım yaklaşırken” ıslıkla “yazın son gülü” şarkısını çalıyor. (İlgilenenler için bir not: Dedektiflerin müzik merakına ilişkin İngiliz The Guardian gazetesinde 17 Eylül 2004’te Mike Ashman imzasıyla “Singing Dedectives” adlı bir makale yayımlanmıştı.)

Belirtilmesi gereken diğer bir husus da, Aytaşı’nın edebiyat tarihçileri tarafından gerek kadına bakışı, gerekse de kolonileşmeye ve dine yaklaşımı açısından dönemine göre “şaşırtıcı biçimde modern” olarak nitelendiği gerçeğidir. Örneğin yazar, kitabın karakterlerinden ve anlatıcılarından ikisini -bulabildiği her köşeye dini kitaplar bırakarak insanları doğru yola eriştirebileceğini düşünen din fanatiği Bayan Clack ile “bir kadın sizi üzmüşse bunu bir başka kadına anlatmak çok rahatlatıcı olacaktır; zira onda dokuz bir olasılıkla ikinci hanım sizi haklı görecektir” diyebilen kahya Betteredge’i- dine ve kadınlara ilişkin tutumlarından dolayı alaya almaktan geri durmaz. Aytaşı’nı daha da ilginç kılan unsur ise, romanda Hintliler’in “uygarlaştırılması gereken barbarlar” olarak çizilmemeleri, aksine oldukça kibar ve fedakar insanlar olarak betimlenmeleridir. Hatta romanda mutlaka bir “barbarlık” aranacaksa bu, olsa olsa sahip olmayı hakketmediği bir elması zenginliğini ve gücünü perçinleyebilmek için kör bir arzu ile isteyen ve kuşatma sırasında bu değerli elması ele geçirebilmek için kan dökmekte tereddüt etmeyen İngiliz askeri John Herncastle’a yakışır. Ayrıca, İngilizler için ancak parasal değeri kadar önem taşıyan Aytaşı’na Hintliler tarafından maddiyatın çok ötesinde bir anlam ve önem, manevi bir değer atfediliğinin altı çizilir. Öte yandan, Hintli Brahmanlar da kendilerinden çalınan elması geri alabilmek için kılık değiştirip hokkabazlık yaparak önemli riskler almaktan, şüphelendikleri insanları gizli gizli takip ederek gözetlemekten, üstlerini aramaktan ve hatta gerekirse bu yolda cinayet işlemekten kaçınmamaktadırlar. Gönülçelen bir arzu nesnesi olarak Aytaşı bu yönleriyle insanları cezbeden ve haset, hırs ve hatta cinayet eğilimi gibi zaaflarını/kötü yanlarını açığa çıkaran bir işlev görür. Fedakar ve erdemli davranalar bu nesneye sahip olma isteği tarafından cezbedilmeyenlerdir ve yalnız onlar olup bitenlerden olgunlaşarak sıyrılmayı başarabilirler. Ancak değişmeyen bir gerçek vardır ki, bu da elmasın hiçbir zaman İngiltere’ye ait olamadığı, başka bir ülkeden “çalınmış” olduğudur. Wilkie Collins’in romanın girişinde belirttiği gibi, hikayeye esin kaynağı olan elmaslardan biri halen Londra’da (Tower of London’da) sergilenen, Aytaşı gibi Hindistan’dan gelen ve uğursuz sayılan İngiliz kraliyet ailesine ait Koh-i-Noor elmasıdır. Diğer bir deyişle Aytaşı, Wilkie Collins uzmanı akademisyen Philip Allingham’ın belirttiği gibi, İngiliz emperyalizminin Hindistan’daki maceralarında elde ettiği kazanımların bir sembolü olarak yorumlanabilir ve bu açıdan bakıldığında romanın sonu oldukça manidar bir hal alır.

Yazımızı bitirirken, 458 sayfalık bu uzun kitabın, uzun kitapların “gereksiz uzatılmış” olanlarından değil de, “Keşke hiç bitmese!” diye okunanlarından olduğunu belirtelim ve yalnız polisiye düşkünlerine değil, kitabın yazarı Collins’in “Bu dünyada iyi bir roman okumaktan daha yüce, daha iyi ve daha karlı çok az şey var,” sözlerini paylaşanlara tavsiye edelim.

*Bu konuda tartışma devam ediyor. Örneğin, Eliot gibi Aytaşı’nı ilk İngiliz dedektif romanı kabul edenler olduğu gibi, Charles Felix’in Nothing Hill Esrarı’nı (The Nothing Hill Mystery, 1865) ilk kabul edenler de var. İlk kurgusal dedektifin Poe’nun Dupin’i olduğu ve ilk kadın dedektifi Anne Rodway’in Günlüğü’nde (The Diary of Anne Rodway, 1856) yine Collins’in yarattığı üzerinde ise birleşiliyor.

Sunday 23 December 2007

Giallo


Bava

Snow White


Edgar Allen Poe


Martin Mystere


Che Guevera


Gerçek Değerler ve Serüven

07/11/2004 (Radikal Iki)

ÖZLEM ÖZ
Şu sıralar vizyona giren "Motosiklet Günlüğü" filmi vesilesiyle Ernesto Che Guevara'nın yaşamı yeniden gündemimizde. Che Guevara'nın çok bilinen hayat hikâyesini burada tekrarlamaya gerek yok. Zaten filmde de bu renkli ve onurlu hayattan bir kesiti, yani yakın arkadaşı Ricardo Rojo'ya "gerçek değerler ve serüven" peşinde olduğunu söyleyen genç tıp öğrencisi Ernesto'nun kırık dökük bir motosikletle Arjantin'in 12 eyaletini dolaştığı yolculuğunu izleyeceğiz. Che Guevara'nın görece az bilinen bir yönü ise şairliğiydi. İyi bir edebiyat izleyicisi olan Che'nin edebiyat sevgisini büyük ölçüde annesi Celia Guevara'dan aldığı söylenir. Che'nin 1953-1954 yıllarında Guetamala'da kaleme aldığı şiirlerini Adnan Özer ve Vilma Kuyumcuyan El Caiman Barbudo (Sakallı Timsah) adlı bir Küba gençlik dergisinde bulmuşlar ve Türkçe'ye çevrilip 1989 yılında Güneş Yayınları tarafından yayımlanmasını sağlamışlardı. Che'nin Meksika'da bulunduğu dönemde Venezüellalı şair Eloy Blonco ve o sıralar Meksika'da sürgünde bulunan İspanyol şair Leon Felipe ile dostlukları olduğu da biliniyor. Bilinen bir diğer gerçek de, Che'nin Fidel Castro ile de Meksika'da tanıştığı ve Küba devriminin baş aktörlerinden biri olarak tarihe geçtiğidir. Arjantin doğumlu, Küba'nın onur vatandaşı Che Guevara, artık Latin Amerika halklarının dilinde "St. Ernesto" idi, yani bir "aziz" katına yükseltilmişti.


Veda şarkıları


Che'nin şiirleri acıları paylaşma, yoksulluğa isyan ve insanlığa adanmış bir yaşamı haykıran "veda şarkıları" olarak görülebilir. Bu adanmışlığın az bilinen bir örneği de, Che'nin henüz tıp fakültesini yeni bitirmiş bir doktorken Bolivya'dan Pasifik Okyanusu'ndaki uzak bir adaya (Christmas Adası) cüzamlı hastaları tedavi etmek için gitmeye gönüllü olmasıydı. Anlaşılan o ki, kimsenin gitmek istemediği bu adaya ömür boyu yaşamak üzere gitmek istemesi adadaki cüzamlı hastaları bile şaşırtmış ve sonunda arkadaşlarının ve adadaki cüzam hastalarının yoğun çabalarıyla ikna edilen Che, hastaların bizzat yaptığı bir kayıkla Columbia kıyılarına ulaşabilmiş. Che'nin içindeki romantik şairden söz açan bu kısa yazıyı "Veda Şarkısı" şiirinden bir alıntıyla bitirelim ve aynen istediği gibi "gerçek değerleri" de "serüven"i de doyasıya yaşamış Che'ye bir selam gönderelim.
Kayalıkta çakılı yelkenli sana bırakıyorum veda şarkımı.
Benim uzaklardaki ölümümün kanında tohumlanışı da kayalar devranının
altında değişken köklerle.
Yalnızlık! Geçmişe özlem çiçeği canlı duvarların.
Yalnızlık, yeryüzünde adanmış faniliğim.

Why do writers write?

Yazarlar Neden Yazarlar?

23/01/2005 (Radikal Iki)

ÖZLEM ÖZ

Feridun Andaç, Türkiye'den 50 yazara yönelttiği "Okuma serüveninden yazma eylemine uzanan yolunuzu anlatan bir deneme yazar mısınız?" sorusuna verilen yanıtları Varlık Yayınları'ndan çıkan "Yazarın Kitabı"nda (2004) -kendi yanıtını da ekleyerek sunuyor. Yazarların hep merak edilen bu ilginç soruya verdikleri yanıtları biraz didiklediğimizde ilginç bazı sonuçlar elde ediyoruz. Öncelikle, yazmaya başlama nedenleri arasında "kitaplar"ın ve "kurumlar"ın rolleri açık biçimde öne çıkıyor. Bunları, önem sırasına göre "hayat" ve "kişiler" olarak adlandırabileceğimiz başlıklar izliyor. Pek çok yazara okuma sevgisini aşılayan "kitaplar" arasında çocukluk döneminde okunan ve kitapların vaad ettiği hayal dünyasıyla tanışmayı sağlayan serüven kitapları başı çekiyor. Jules Verne'in serüven kitapları, Arsen Lüpen maceraları, Nat Pinkerton gibi polisiyeler, 1001 Roman ve Doğan Kardeş gibi dergiler ve hatta atlas ve ansiklopediler adı en sık geçenler arasında. Adı en çok geçen kitap ise "Robinson Crusoe". Burada anne-babalara mesaj gayet açık: Çocuğunuza okuma sevgisi aşılamak istiyorsanız, Jules Verne kitapları alınız! Çocuğunuz çizgi roman, polisiye gibi zaman zaman hor görülen türleri seviyorsa telaşa gerek yok; keyfince okusun! Hatta en iyisi, siz de durumun tadını çıkarın. Ne de olsa, okuduğu kitaptaki hayal dünyasına dalıp gitmiş bir çocuk kadar güzel ve umut veren bir sahne az bulunur. Yazarların verdiği yanıtlarda okuma sevgisinin yazmak için bir önkoşul olduğu bir kez daha teyid ediliyor. Ancak burada bir parantez açıp belirtmek gerekir ki, "okuma serüveni"ni "yazma eylemi"nin önüne koymayı tercih eden, "Okuyacak o kadar çok ve güzel şey varken neden yazayım?' diye düşünen ve dolayısıyla yazma eylemine hiç geçmeyen bazı gizli yazarlar da olabiliyor. Hatta, bazı ünlü yazarlar da okumayı yazmaya tercih ettiklerini açıkça beyan ediyorlar. Bu konuda en bilinen örneklerden biri, yazdığı hikayeleri zaman zaman başkalarına hediye eden, "Ben yaşamadım, okudum" diyen Borges olsa gerek.

Kurumların önemi

Kitapların yanı sıra eğitim kuruluşları (örneğin, Köy Enstitüleri'nin adı sıkça geçiyor), halkevleri ve kütüphaneler başta olmak üzere bazı "kurumlar"ın varlığı/desteği de pek çok yazarımızı yazmaya teşvik etmiş görünüyor. Bazıları bu kurumlardan, bazıları da aile ve/veya yakın çevreden "kişiler" de (örneğin, yazılan kompozisyonu öven edebiyat öğretmeni, uyandığında bulması için yastığının altına çocuk dergisi bırakan baba) anlaşılan geleceğin yazarlarını besleyen ve yüreklendiren etkenler arasında öne çıkıyor. Yazmaya yönelten nedenler arasında beliren bir diğer tema olan "hayat" başlığı altında ise, yalnızlık, sıkıntı ve acıların rolü vurgulanıyor. Yalnızlığa arkadaş, sıkıntıya teselli ve acılara ilaç oluyor edebiyat. Bu noktada sorulan (s.178, Orhan Pamuk'un yanıtında) "Yazarın ilacı nasıl okurların da ilacı olabiliyor?" sorusuna cevap ararken, yazar ile okur (defter ile kitap) düşüncelerimizde bir kardeşlik duygusuyla birleşiyor ve sanki kitaplar bu cemaatin üyelerini görünmez ağlarla birbirlerine bağlıyor. Şüphesiz bu sonuçlar, sorunun yöneltildiği 50 yazarın yanıtlarını yansıtıyor. Türkiye'den ve dünyadan başka yazarları da böylesi bir incelemeye dahil edebilmek ilginç olurdu. Burada, biri dünya literatüründen biri bizden iki çarpıcı örnek vermekle yetinelim. Dünya literatüründe "Neden yazıyoruz?" sorusuna verilmiş belki de en etkili yanıtlardan biri, 2005 yılında 100. doğum yılı vesilesiyle sıklıkla anacağımız Fransız düşünür/yazar J.P. Sartre'dan gelmişti. Özyaşam öyküsünü anlattığı "okumak" ve "yazmak" başlıklı iki bölüm içeren "Sözcükler" adlı kitabında Sartre, okumayı ve yazmayı bir "ihtiyaç" olarak görüyordu. Başyapıtı kabul edilen "Bulantı"nın kapanış cümlelerinde açıkça belirtildiği gibi, Sartre'a göre genelde tüm yaratıcı eylemler ve dolayısıyla bunlardan biri olan edebiyat bir varoluş biçimiydi. "Some of these days/you'll miss me honey" (Günün birinde/beni özleyeceksin tatlım) dizeleri düşünülerek yazılan bu bölümde, yazarla beraber biz okurlar da bu şarkıyı söyleyen şarkıcının yaşantısını; yani, böyle bir şarkıcının bir tarihte ve bir yerde var olduğunu ve kimbilir hangi duygularla bu şarkıyı mırıldandığını düşünmeye başlarız. Belki, diye düşünür "Bulantı"nın kahramanı Antoine, bir gün biri kendisinin yazacağı romanı da okur ve şöyle der: "Antoine Roquentin yazmış bunu, kahvelerde sürten kızıl saçlı bir adamdı." İkinci ve son örneğimiz geçtiğimiz yıl ölümünün 50. yılında andığımız Sait Faik'ten. Zaten, "Neden yazıyoruz?" sorusuna değinen bir yazıda, Andaç'ın kitabında da yazarlar tarafından sıklıkla kullakları çınlatılan Sait Faik'in "yanıtı"nı anmadan olmazdı. Öyleyse yazımızı, edebiyatımızın usta kaleminin unutulmaz cümleleriyle bitirelim: "Söz vermiştim kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım."

Aleita


MARS’TA DEVRİM

Özlem Öz (Birikim)

Politik Kamera – Ütopik Sinema

Politik Kamera başlıklı kitaplarında çağdaş Hollywood sinemasının ideolojisini ele alırken, korku filmlerinden müzikallere ve polisiyelere uzanan pek çok türden filmde gerek Hollywood “karşıdevrimi”nin gerekse de Hollywood’un “ötesi”nde ya da “sol”unda kalan muhalif, eleştirel ve/veya anti-kapitalist düşüncelerin yansımalarını arayan Michael Ryan ve Douglas Kellner’e (1997) göre, Amerikan politik kültüründe ideolojik düzlemde gözlenen muhafazakarlık-liberallik arasındaki salınımdan ibaret politik açmazdan sıyrılabilme sürecinde kültür önemli bir rol üstlenebilir. Örneğin, popüler sinemada tekrar tekrar gündeme gelen bazı “korku”ların, “arzu”ların ve “gereksinim”lerin kökenlerini didiklemek, bizi korkuları yatıştırmanın, arzuları dindirmenin ve gereksinimleri karşılamanın yolunun aslında sistemin sorgulanmasından geçtiği sonucuna ulaştırabilir ki, bu aynı zamanda genelde sanatın ve kültürün, özelde de sinemanın ilerici bir toplumsal dönüşüm hayaline önemli katkıları olabileceği anlamına gelir. Ryan ve Kellner’e göre böylesi bir dönüşüme katkı, ancak solun popüler kültüre duyduğu güvensizlik ve horgörünün üstesinden gelebilmesiyle ve popüler sinema dahil diğer tüm popüler kültür unsurlarını ciddiye almasıyla mümkün olabilecektir. Bu noktada, sanatın politikleşmesine sempati ile yaklaşan Benjamin’in (1937) tezlerine bir katkı getirdikleri söylenebilecek yazarlar, ilerici bir toplum rüyasının bir propaganda havasıyla değil de, bir tür “arzu nesnesi” olarak -sinema dahil- olası tüm kültürel zeminlerde temsilinin gerekliliğini savunurlar. Çünkü, böylesi bir kültürel temsil politikasının yokluğunda, politik faaliyetler yürütmek ve ekonomik programlar geliştirmek dünyayı değiştirmeye yetmeyecektir (Ryan ve Kellner, 1997: 450).

Her ne kadar Benjamin’in (1937) teknolojik gelişmeler sayesinde sanatın seçkinlerin tekelinden kurtulmasının olası hale gelmiş olması ve dolayısıyla özellikle sinemanın toplumsal özgürleşme umutlarına katkılarının olabileceği yönündeki öngörülerine zıt yönde (örneğin, büyük ölçüde mevcut sistemi onaylamaya ve yeniden üretmeye hizmet eden pek çok film yapılması gibi) bazı gelişmeler ortaya çıkmış olsa da, aslında dünya sinemasında eleştirel aklı var edebilen, bizi “daha güzel bir dünya” özlemi ve rüyası üzerine düşündürebilen ve bir bakıma böylesi bir olasılığın bir “arzu nesnesi”ne dönüşmesine dolaylı ya da dolaysız katkıda bulunduğunu söyleyebileceğimiz pek çok filmin mevcut olduğu da yadsınamaz bir gerçek. Bu yazıda özellikle üzerinde durmak istediğim film de bunlardan biri: Büyülü sessiz sinema döneminden 1924 SSCB yapımı ve aslında Sovyet sinemasında görece daha az sayıda ürün verilen bilim-kurgu/fantastik türünden bir yapım olan Aelita: Mars Kraliçesi. (Bu filmi izleyebilmemi sağlayan Kaya Özkaracalar’a teşekkürler.)

Yeryüzünde şu ana kadar denenmiş en kapsamlı devrim projelerinden Sovyet devriminin ilk dönemlerinde çekilmiş ve -bu konuda tartışmalar olsa da- ilk Sovyet bilim-kurgu filmi olarak anılan Aelita (1924) adlı bu filme dair incelemelerimize geçmeden önce, sinema-devrim ilişkisi üzerine düşünmek için oldukça elverişli bir zemin sunan -ne de olsa, her devrim düşüncesi bir hayalle başlar- ütopik sinema/bilim-kurgu sineması hakkında birkaç ilginç noktaya kısaca değinmek yararlı olabilir. Bu konuda ilk olarak altı çizilmesi gereken husus, bilim-kurgu türünün sinema-ideoloji ilişkisi çerçevesinde ele alınmaya en uygun janrlardan biri olarak görüldüğü gerçeğidir. Çünkü, bu alanda ürün veren sanatçılar mevcut durumun ve gerçekliğin her türlü sınırlarından sıyrılabilme, hayaller kurabilme ve “başka türlü bir dünya” tasarlayabilme olanağına kavuşurlarken mevcut düzenle ilgili hoşnutsuzluklarını, korkularını vs. de açık etmiş olurlar. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bu elverişli durum, kurgulanan ütopyaların mutlaka ilerici ütopyalar olmaları anlamına gelmez ve nitekim kurguladıkları dünya oldukça “karanlık” olan, Susan Sontag’ı anacak olursak bir tür “felaketler fantezisi” kurguladıklarını söyleyebileceğimiz, yaklaşım itibariyle de epey tutucu ve gerici olabilen bilim-kurgu filmi sayısı hiç az değil. Bu durum çok da şaşırtıcı olmasa gerek; çünkü, bir bakıma “içinde yaşanılan anda bu kadar çok kötülük tohumları atılmışsa, artık gelecekten de hayır beklemek boşunadır; gelecek ancak korkunç bir şey olabilir demeye getirir bilim-kurgunun etik anti-ütopyası” (Roloff ve Seslen, 1995: 118). Bu tür anti-ütopyalar kurgulayan filmleri “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” talepleri ile diğer sınıfları kendi devrim tasarımlarının içine çekebilmiş olan burjuva devrimi bağlamında ele almak gerektiği savına sıklıkla rastlarız. Bu teze göre, devrim sonrası kendi refahını geliştirmeye bakan ve özellikle köylüler ve proletaryanın taleplerini bastırmaya çalışan burjuva sınıfı, geleceğe uzanan ve kendi çıkarlarını zedeleyebilecek radikal bir değişimden korkmaya başladı ve bu korku –başka alanlarda olduğu gibi- bilim-kurgu ürünlerinde de yansımalarını buldu. Örneğin, bazı bilim-kurgu filmlerinde tekrarlanan bir tema olan “makinelerin insanları kendilerine köle edecekleri korkusu”nun temelinde, çok derinlerde, makinelerin burjuva sınıfının varlığını ve egemenliğini tehlikeye düşürebilecek insanları özgürleştirebileceği korkusunun saklı olduğu iddia edildi (Roloff ve Seslen, 1995: 108; 116).


Kızıl Gezegende Kabuslar ve Rüyalar

SSCB 1924 yapımı Aelita’ya dönecek olursak, filmin yönetmeni Jakov Protazanov’un Aelita’yı Alexei Tolstoy’un (ünlü yazar Lev Tolstoy’un bir akrabasıdır) aynı adlı romanından uyarladığını görüyoruz. Tarihsel olarak filmin Eisenstein ve Pudovkin’in damgasını taşıyan Sovyet sinemasının devrim sonrası altın çağından hemen önce yapıldığını not edelim. Film özellikle Aleksandra Ekster ve Isaak Rabinovich imzalı kübist-futurist Mars set tasarımı ve kostümleriyle ünlü. “İdeolojik olarak doğru mesajları verecek büyük bütçeli bir film” olarak tasarlanan Aelita için önemli bir tanıtım çalışması yapıldığını, binlerce el ilanı dağıtıldığını ve sinemaların filmin dev posterleriyle süslendiğini biliyoruz. Bu tanıtımlar etkili olmuş olsa gerek ki, seyircilerin ilk gösterime tam anlamıyla hücum ettikleri; hatta, Protazanov’un kendisinin dahi bu izdiham yüzden filmin ilk gösterimini kaçırdığı söylenir. İzleyen yıllarda çekilen pek çok bilim-kurgu filmini (örn. Flash Gordon) etkileyen ve dönemin en popüler filmlerinden biri olan Aelita’ya Sovyet eleştirmenlerin yaklaşımı ise oldukça temkinli olur; film “Batı tarzı bir kaçış hikayesi” anlatmakla ve devrime ilişkin karışık mesajlar vermekle eleştiririlir ve çok geçmeden sözü bile edilmez olur. Hatta zamanla -neredeyse Soğuk Savaş yıllarının sonlarına dek- filmin bir kopyasını bulmak bile zorlaşır. Ancak filmin Sovyet sinema tarihi açısından önemi yadsınamaz; bunun en iyi göstergelerinden biri de, ilerleyen yıllarda Sovyetlerin uzay çalışmaları sırasında Mars’a yolculuk misyonuna “Aelita” adını vermeleridir.

Önemli bir bölümü Moskova’da geçse ve devrim sonrası dönemde günlük hayatın akışına odaklansa da, filmi sinema tarihi açısından –ve bizim konumuz itibariyle- özellikle önemli kılan ve sessiz sinema döneminin önde gelen bilim-kurgu filmleri arasında anılmasını sağlayan kısım, filmin Mars’ta geçen bölümü. Filmin konusunu özetleyecek olursak, devrim sonrasında ekonominin yeniden inşasına odaklanan Lenin’in “Yeni Ekonomik Politika” döneminde geçen filmin başkahramanı Los günlük hayatından sıkılıp usanmış, karısı Natasha’nın kendisini aldattığından şüphelenen Moskova’lı bir mühendistir. Los ve çalışma arkadaşı Spiridonov dünyaya ulaşan gizemli bir radyo mesajını duyanlar arasındadırlar. Los bu mesaj hakkında düşünmeye başlarken kamera Mars’a odaklanır. Aelita, Mars’ta hüküm süren totaliter rejimin başında bulunan Tuskub’un kızıdır ve bir teleskopla dünyayı izlerken gözü Los’a takılır. Los ise, sanki izlendiğini hisseder gibidir ve Aelita’yla ilgili rüyalar görmeye başlar. Karısının kendisini aldattığı şüpheleri doruğa ulaştığında ise, kahramanımız karısının üzerine kurşunları boşaltır ve evini terk eder. Bu sırada arkadaşı Spiridonov bir uzay gemisi inşasına yönelik teknik çizimleri geride bırakarak ülkeyi terk etmiş ve ortadan kaybolmuştur. Spiridonov’un yerine geçerek böyle bir gemiyi inşa edip Mars’a gitme planlarını uygulamaya başlayan kahramanımız, gemi bu yolculuğa hazır olduğunda ilginç bir mürettebatla yola çıkar: Marslılara sosyalizmi öğretmek isteyen ateşli bir devrim taraftarı olan Kızıl Ordu erlerinden Gusev ve Spiridonov’un peşinde kahramanımızı izlerken kazara gemide kalan amatör dedektif Kratsov. Mars’a vardıklarında, Los Mars’ın güzel kraliçesi Aelita’ya ilk görüşte aşık olur. Ancak Mars’ta totaliter bir rejim hüküm sürmektedir ve işçiler kendilerine ihtiyaç duyulmadığında soğuk hava depolarına hapsedilmektedirler. Kahramanımız ve arkadaşları robot benzeri giysiler içindeki Marslı işçileri bilinçlendirmek için derhal çalışmalara başlarlar ve Mars’taki bir takım edavatı eritip yeniden şekillendirerek sembolik orak-çekiç bile üretirler. Gusev Mars’ta hakim olan baskıcı rejim altında ezilen işçilere şöyle seslenir: “Eskiden biz de sizler gibiydik. Kendinizi yine ancak siz kurtarabilirsiniz. Mars Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği işçileri ailesi olarak birleşin!” Mars’ta çok geçmeden devrim başlar. Her ne kadar Gusev bu duruma temkinli yaklaşsa da (“Bir kraliçe devrime önderlik mi edecek, ben buna inanmıyorum.”) Aelita bir oldu bittiyle devrimin önderliğini üstlenir. Devrim gerçekleştiğinde ise, Aelita’nın asıl niyeti açığa çıkar; Los ve arkadaşlarına artık onlara ihtiyacı olmadığını ve Mars’ın yeni hükümdarının kendisi olduğunu söylemekle kalmaz, askerlere de işçileri yeniden soğuk hava depolarına götürmeleri emrini verir. Kulaklarına inanamayan Los, Aelita’yı engellemeye çalışır ve Mars kraliçesini merdivenden iterken gerçek ve hayal arasındaki çizgi iyice belirsizleşir; filmin sonunda kahramanımız sevinerek anlar ki, Natasha hala hayattadır.

Filmin devrim ve kişisel yaşama ilişkin taşıdığı anlamlar/mesajlar üzerine olduğu kadar, içerdiği olası semboller ve alt-metinler üzerine de oldukça renkli çözümlemer yapılagelmiştir. Örneğin, filmin renkler üzerinden çalışan bir çağrışımla kızıl gezegen Mars ile kızıl Rusya arasında parallelik kurduğu ve dolaysıyla Mars’ta olup bitenlerde aslında Ekim Devrimi’ne ve Moskova’daki hayata ilişkin göndermeler olabileceği iddia edilmiştir. Bir mülteci kontrol noktasında ve öksüzler yurdunda severek ve özveriyle çalışan, gönüllü siyasi faaliyetlere katılan ve neşeyle pankartlar hazırlayan Los’un karısı Natasha komünizmin bir sembolü olarak algılanmıştır. Filmdeki yolculuk teması, hem Doğu ve Batı, hem de geçmiş ve gelecek için sembolik bir içerik taşır şekilde ve ideolojik bir anlam yüklenerek yorumlanmıştır. Batıya kaçan Spiridonov “kaybedilmiş” iken, kahramanımız altı aylığına Doğuda bulunan bir hidroelektrik santraline çalışmak üzere gittiğinde kişisel sarsıntılarından bir nevi arınır ve Natasha ile yeniden karşılacak cesareti bulur. Aynı zamanda, Batının geçmişi, Sovyet Rusya’nın da dahil olduğu Doğunun ise geleceği temsil ettiği savlanmıştır (Horton, 2000).

Filme yönelik ilginç çözümlemelerin bir diğer kolunun ise kişisel yaşam-devrim ilişkisi üzerinden devam ettiği söylenebilir. Bu yönden bakıldığında film, erkeklerin rutin aile hayatından kaçış isteğini temsil eder biçimde algılanmış, hatta bazı yazarlar işi filmde gerçek hayattaki devrim liderlerinin kişisel-ailevi sorunları olduğu imalarının yapıldığını söyleme noktasına kadar götürmüşlerdir (örn. Horton, 2000). Kişisel yaşamındaki ağır problemlerin filmdeki kahramanımızı “buralardan uzaklara” kaçışa yönlendirdiğini söylemek doğru olmakla beraber, filmi bir bütün olarak düşündüğümüzde, bu kaçışta daha kişisel bir durumun, bir bakıma Lermantov’un “Fırtınadır o yolcunun aradığı / Sanki fırtınada huzur bulacak” dizelerindeki havanın sezildiğini söylemek kanımca daha doğru olur. Nitekim filmin sonlarında Los, komünizmi ve karısı Natasha’yı bir bakıma yeniden keşfeder. Filmin önde gelen kadın karakterlerini ele aldığımızda ise, filmin kişisel yaşama dair taşıdığı anlamlar üzerine başka ipuçları ediniriz. Örneğin, filmde komünizmin ideallerini temsil eden Natasha özgür ve rahat tavırlarıyla sempatik bir karakter olarak çizilirken, Mars kraliçesi Aelita için aynı şeyleri söylemek zordur. Los’un düşüncesinde Natasha’nın neredeyse zıddı olarak beliren Aelita karakteri, aristokratlara has tavırları olan, Los için kendini fedaya ve adam öldürmek dahil neredeyse her şeyi yapmaya hazır, güzel ve cazibeli bir kadın olarak betimlenir. Film ilerledikçe Aelita’nın karakterinin manupülatif yönlerinin ortaya çıkması ve başkahramanımızın sonuçta Natasha’yı tercih etmesi gerçekten manidar bir durumdur; özellikle Horton’un (2000) belirttiği gibi Natasha’nın -Aelita’nın aksine- belirgin olarak bir Rus ismi olduğu düşünüldüğünde (Bir not: Aslında bu tespit, daha çok o yıllar için geçerli gibi görünüyor; zira, film Sovyetler Birliği’nde o kadar çok sevilmiş ki, 1924 yılında doğan bir çok bebeğe “Aelita” ismi verilmiş!). Filmin bir diğer kadın karakteri olan Masha ise korumacı ve şevkatli bir hemşiredir ve kocası Gusev’in ondan “kaçış”ı, Los’un durumunda olduğu gibi erotik fanteziyle değil, daha çok bir heyecan ve macera arayışı ile ilişkilendirilir. Kısacası, filmin devrim ile rutin bir kişisel hayat karşısında anlaşılan özellikle erkeklerin (!) duyduğu tatminsizlik hissi arasında olası bir bağlantı üzerine düşünmeye yönelik bir zemin sunduğunu ve bu hususa yönelik hararetli tartışmalara vesile olduğunu söyleyebiliriz.

Öte yandan, komünizm yanlısı olduğu şüphe götürmemekle beraber, filmin devrime bakışı hakkında değişik yorumlar yapmak mümkündür. Nitekim, 1920’lerde film özellikle bu yönüyle eleştirilmiştir. Gerçekten de, Mars kraliçesi Aelita’nın beklenmedik manupülatif manevrası, o kadar emek verilen bir devrimin yanlış ellerde nasıl kolayca mahvolabileceği yönünde bir uyarı taşır gibidir. “Bu noktada acaba Ekim Devrimi’ne bir gönderme var mı?” şüphesiyle eleştiriye maruz kalan filmin, genelde devrim temasına ilişkin mesajları kafa karıştırıcı olsa da, filmin sonunda beliren hava, komünizmin sembolü olarak çizilen Natasha karakterinin film genelinde olumlandığı gerçeği ile birarada düşünüldüğünde, filmin “Devrim sandığınız gibi sonuçlanmayabilir,” uyarısının kesin olarak “Zaten –Ekim devrimi dahil- tüm devrimler de böyle olmuştur,” anlamını taşıdığını söylemek kanımca doğru olmaz.

“Filmin sonunu açık etmeme” kuralı her ne kadar sinema yazılarının genel kabul görmüş teamüllerindense de, bu kuralın klasikler söz konusu olunca gevşetilebileceği düşünülür. Yine de bu konuda hassas olan okurları, yazının bu son paragrafını filmi izlemeden okumamaları konusunda uyaralım. Filmin sonunda artık sinema filmlerinde pek kullanılmayan bir manevrayla gerçeğe dönülüyor: “Her şey bir rüyaymış!” Ve filmin sonunda her şeyin bir rüya olduğu ve Natasha’nın hala hayatta olduğu açığa çıkınca, kahramanımız mühendis Los, uzay mekiğini ve inşa planlarını ateşe atarak sözlerini “Yapılacak başka işlerimiz var!” diyerek tamamlıyor ve film bu finalle “Hadi işimize bakalım!” demeye getiriyor. Filmin final sahnesi için, Los’un kişisel arzularını bir tarafa bırakarak devrim için çalışmaya karar verdiği şeklinde yorumlar yapıldığı gibi, finalin devrim sonrasında Sovyetler Birliği’nde yeni kurulmakta olan sistemin hep beraber çalışılıp gerçekleştirilecek “hayaller kurmak” için zaten yeterince umut vaat ettiği yönünde bir mesaj içerdiği de iddia edilmekte. Aslında filmin sonuyla ilgili yorumumuz ne olursa olsun, filmde Mars’a yapılan yolculuğun tümüyle “rüya çıkması”, zamanında epey eleştirilmişse de, bugünden bakınca olsa olsa biraz aldatılmış hissetmemize neden oluyor; yoksa, “Mars’ta Devrim” rüyasına kızmak doğrusu pek mümkün değil!


Kaynakça

Benjamin, W. 1968 (ilk basım 1937). “The Work of Art in the Age of Mechanical Reproduction”, H. Arendt (ed.) Illuminations: Essays and Reflections içinde (New York: Schocken Books), 217-251. (çev. H. Zohn)

Horton, A. J. 2000. “Science Fiction of the Domestic: Jakov Protazanov’s Aelita” Central Europe Review, 2, 1.

Roloff, B. ve Seesslen, G. 1995. Ütopik Sinema: Bilim Kurgu Sinemasının Tarihi ve Mitolojisi. İstabul: Alan Yayıncılık. (çev. V. Atayman)

Ryan, M. ve Kellner, D. 1997. Politik Kamera: Çağdaş Hollywood Sinemasının İdeolojisi ve Politikası. İstanbul: Ayrıntı. (çev. E. Özsayar)

Agatha Christie


DAME AGATHA İLE HAYAL DÜNYASINA KAÇIŞ

Özlem Öz (Patika)

1908 yılının bir kış günü İngiltere’nin Torquay kasabasında hasta yatağında sıkılan 18 yaşındaki Agatha’ya annesi “Neden sen de ablan gibi hikayeler yazmıyorsun?” demişti. (Agatha’nın kız kardeşi Madge, Vanity Fair gibi bazı dergilere kısa hikayeler yazıyordu.) İlk denemeleri hayal kırıklığı ile sonuçlansa da, bu genç kız iyi ki yazmaya devam etti. Bu sayede, kitapları bütün dünyada milyonlarca satan bir polisiye yazarı olacak ve bize Doğu Ekspressi’nde Cinayet, Nil’de Ölüm gibi hazineleri bırakacaktı. Herkesin favori bir Christie hikayesi vardır; örneğin, gerçeklerin aslında sandığımızdan ne kadar farklı olduğunu şaşkınlıkla idrak ettiğimiz durumları hatırlatan Endless Night (Bitmeyen Gece) benim en sevdiklerimden biri.

Helcule Poirot 85 Yaşında!

1914’te Archibald Christie ile evlenerek Christie soyadını alan Agatha Mary Clarissa Miller, o sıralarda patlak veren Birinci Dünya Savaşı sırasında gönüllü olarak bir hastanede çalışmaya başladı ve burada ilerleyen yıllarda yazacağı dedektif hikayelerinde sıklıkla kullanacağı ilaçlar ve zehirler hakkında detaylı bilgiler edindi. (Kitaplarındaki cinayetlerin neredeyse yarısının zehirlerle ilgili olduğunu belirtelim.) Agatha Christie, dedektif romanları yazmaya başlamasında kız kardeşi Madge ile girdikleri bir tartışmanın payı olduğunu anlatır. Dedektif romanları okumayı çok seven iki kız kardeşten Agatha bu tür hikayeler yazmak istediğini söyleyince, Madge bu tür hikayeler yazmanın çok zor olduğunu ve Agatha’nın bunu başaramayacağını iddia eder. Bu olayın da etkisiyle bir dedektif romanı yazmaya karar veren Agatha Christie, Holmes-vari sevimli bir ukala olan ve “küçük gri hücreleri” gayet iyi çalışan, pek çok romanının kahramanı Belçikalı dedektif Helcule Poirot karakterini yaratır. Üç yayınevinden geri dönen ilk romanı The Mysterious Affair at Styles (Styles’teki Esrarengiz Vaka) 1920 yılında -ilk yazıldığı tarihten yıllar sonra- The Bodley Head tarafından nihayet yayımlanır. İzleyen yıllarda yeni dedektif hikayeleri birbiri ardına yayımlanmaya başlayan Agatha Christie’nin asıl üne kavuşmasını sağlayan romanı ise, 1926 yılında yayımlanan The Murder of Roger Ackroyd (Roger Ackroyd Cinayeti) olur. Kitap, özellikle süprizli finali ile dedektif romanlarının altın kurallarını (örn. okur ile dedektifin cinayetle ilgili bilgilerle donanım açısından eşit koşullarda olmaları, romanın sonunda karakterlerden birinin bilinmeyen bir ikizinin çıkmaması, dedektifin ya da yardımcısının asla katil olmaması, vs.) ihlal ettiği gerekçesiyle ateşli bir tartışma yaratır. Agatha Christie daha sonraki romanlarında da kendisini bu kurallarla bağlı hissetmemiştir.

Esrarengiz Bir Ortadan Kaybolma Vakası

Bir yazar olarak başarıdan başarıya koşan Agatha Christie’nin özel hayatı ise çalkantılı bir dönemden geçmektedir. Annesinin ölümüyle sarsılan yazar, eşi Archie’nin başka bir kadınla (Nancy Neele) ilişkisi olduğunu öğrenir ve tabii gönül işleri söz konusu olunca üç kişi biraz kalabalık gelir. Agatha Christie bir kış günü gece yarısına doğru arabasına binip evden uzaklaşır ve o gece geri dönmez. Arabası yol kenarında terk edilmiş olarak bulunur. Dedektif romanları yazarının esrarengiz bir biçimde ortadan kaybolması hiç şüphesiz dönemin gazetelerine bulunmaz bir malzeme sunar. Örneğin Daily News, Agatha Christie’nin nerede olabileceğine dair bilgi veren kişiye para ödülü vadetmekle kalmaz, işi ünlü yazarın olası kılık değiştirmiş (değişik saç modelleri, gözlükler, vs.) halleriyle fotoğraflarını yayımlamaya kadar götürür! (Daha sonraları, bu olayı konu edinen 1979 yapımı Agatha adlı bir film de çekilmiştir.) Tam da Agatha Christie’nin intihar etmiş olabileceği düşünülmeye başlanmışken, ünlü yazarın Yorkshire’da bulunan bir otelde Mrs. Neele (!) ismiyle kalmakta olduğu tespit edilir. Olay 11 gün sonra nihayet açıklığa kavuşurken, Agatha Christie izleyen yıllarda bu esrarengiz “ortadan kaybolma vakası” hakkında asla konuşmamıştır ve yazarın hayatı hakkında bu gibi özel konuları merak edenler romanlarındaki “ipuçları”yla yetinmek durmunda kalmışlardır. (Örneğin, romanlarındaki dedektiflerin aşkın çok hızlı ve kolay bir biçimde nefrete dönüşebileceğine dair tespitlerini okuruz.)

Katili Gördüm!

Agatha Christie 1928 yılında boşanır ve seyahate çıkmaya karar vererek Orient Express ile İstanbul’a (yaygın olarak varsayılanın aksine, Agatha Christie’nin İstanbul – Pera Palas’ta ortadan kaybolduğu sırada değil, daha sonra kalmış olduğunu not edelim) ve ardından Bağdat’a gider. Bu gezisi sırasında tanıştığı arkeolog Max Mallowan ile 1930’da evlenen Agatha Christie, izleyen yıllarda eşinin arkeoloji kazıları vesilesiyle değişik ülkelerde bulunur. Hayatının en mutlu dönemi olarak nitelediği bu yıllarda, Death on the Nile (Nil’de Ölüm) başta olmak üzere sevilen pek çok romanını kaleme alır. Bu arada, Kraliçenin ricasıyla 1946 yılında yazdığı bir radyo oyununu, daha sonra geliştirerek tiyatro oyununa dönüştürür. The Mousetrap (Fare Kapanı) adlı bu oyun, 1952’den beri Londra tiyatrolarında sahnelenegelmiş ve kendi altın kuralını geliştirmiştir: Oyunun sonunda oyunculardan biri sahneye çıkar ve izleyicilerden katilin kim olduğunu kimseye söylememelerini rica eder. Yalnızca romanı okuyan ya da oyunu izleyenler tarafından bilinen katilin kimliği hakkındaki bu sır, okuyucuların/seyircilerin adeta mutlulukla katıldığı bir dayanışmayla yaygın biçimde korunmaya devam ediliyor. Eğer siz de üstad Dostoyevski gibi, “Esrarlı şeyleri dehşetli severim” diyenlerdenseniz, kendinizi Dame Agatha’nın hayal dünyasına keyifle bırakabilirsiniz. Çünkü katilin kim olduğunu size söylemeyeceğiz!

Mike Hammer


Hususi Hafiye Mayk Hammer

Edebiyatımıza ’Esir Şehrin İnsanları’, ’Karılar Koğuşu’, ’Yorgun Savaşçı’, ’Devlet Ana’, ’Kurt Kanunu’ gibi unutulmaz eserler kazandıran Kemal Tahir’in ‘esas’ romanlarının yanı sıra geçimini sağlayabilmek için F.M. İkinci takma adıyla yazdığı Mayk Hammer’in maceraları, bu ay İthaki Yayınları’ndan çıkıyor.


ÖZLEM ÖZ (Milliyet Sanat)

1953 yılında Refik Erduran, Ertem Eğilmez ve Haldun Sel’in ortaklaşa kurdukları Çağlayan Yayınevi, kapakları renkli ve çarpıcı çizimlerle bezeli, cep kitabı boyutlarında ve görece ucuz sayılabilecek popüler romanlar yayımlamaya başlar. Bu kitaplardan biri olan ve ABD’li yazar Mickey Spillane imzasını taşıyan ’Kanun Benim’ (’I, the Jury’, çev.: F.M. İkinci, yani Kemal Tahir) 1954 yılında yayımlanır ve inanılmaz bir ilgi görür; öyle ki, çok kısa sürede yeni baskıları yapılan kitap, 100 binin üzerinde bir satış rakamına ulaşır. ’Kanun Benim’in başarısı üzerine, Çağlayan Yayınevi diğer Mike Hammer maceralarının da çevrilip yayımlanacağını duyurur: ’Müjde! Dedektif sahasına bir sağ kroşe gibi giren Mayk Hammer ‘Kanun Benim’ macerasıyla Türk halkını da hayran bıraktıktan sonra yayınevimize bir mektup sağanağı yağdı. Neticesi: Mayk’ın bütün maceralarını bastık. Elimizde hazır bulunan bu kitapları kısa fasılalarla okuyucularımıza takdim edeceğiz. Sizi çetin döğüşler, kıvrak kadınlar ve uykusuz geceler bekliyor!’Mickey Spillane’in Çağlayan Yayınevi’nden çıkan diğer kitapları da aynı başarıyı tekrarlar. Fakat olay burada noktalanmaz; çünkü, yayımlanan Mayk Hammer romanlarını yalayıp yutmuş okurlar yeni Mayk Hammer maceraları talep ederler. Ancak Spillane, altı adet Hammer romanı yazdıktan sonra kitap yazmaya ara vermiştir. Bu durum, talebi karşılama hevesindeki yayıncıların yerli yazarları sahte Mayk Hammer maceraları yazmaya teşvik etmeleri sonucunu doğurur. Nitekim, 1950’li ve ‘60’lı yıllarda Türkiye’de 250’nin üzerinde sahte Mayk Hammer macerası yayımlanır. Bu noktada not etmek gerekir ki, o dönemde bu çeşit bir taklitçilik Türkiye’de yayıncılar için pek de yeni bir şey değildi; Sherlock Holmes, Arsene Lupin, Nick Carter ve Nat Pinkerton gibi kahramanlar pek çok sahte macerada boy göstermişlerdi.


İlk orijinal Mike Hammer


Orijinal ‘Mike Hammer’ macerlarının yazarı Mickey Spillane (gerçek adı Frank Morrison Spillane) 1918 New York doğumlu. Yazmaya 1930’lu yılların sonunda bazı polisiye dergilere hikayeler ve çizgi romanlar için senaryolar yazarak başlıyor. İkinci Dünya Savaşı’na da katılan yazar, 1946’da New York’a ve yazın kariyerine geri dönmesinin ardından, 1947 yılında ’Kanun Benim’ adlı ilk Mike Hammer macerasını dokuz gün gibi bir sürede yazıp tamamlıyor. Kitabın büyük ilgi görerek 60 milyondan fazla satması üzerine Spillane, 1950-52 yılları arasında beş yeni Mike Hammer macerası daha kaleme alıyor. Yazarın bütün dünyada çok sevilen Mike Hammer maceralarından her birini yaklaşık iki haftada tamamladığı ve bitirdikten sonra metinler üzerinde düzelti yapmayı reddettiği söylenir. Mike Hammer karakterine kısaca değinecek olursak, dedektifimiz günlerini güzel ve sadık yardımcısı Velda ve yakın arkadaşı New York Polis Departmanı’ndan Pat Chambers ile beraber katiller, gangesterler ve nefes kesici güzellikte kadınlar arasında geçiren ve ’polislerin uymak zorunda oldukları kanunlar’a kendisini pek de bağlı hissetmeyen, ’hem hakim hem jüri hem de kararı yerine getirecek cellat’ rolünü bizzat üstlenen, kısaca kendi adaletini kendisi sağlamakta kararlı bir ’hususi hafiye’dir. Oldukça kaba saba bir karakter olarak çizilen Mike Hammer, Hadise Yayınevi için çok sayıda sahte Mike Hammer öyküsü yazan Afif Yesari’nin deyimiyle ’ipe sapa gelmez hergelenin teki’dir. Kahramanımızı daha yakından tanımanın belki de en iyi yolu, orijinal Mike Hammer (Türkiye’de yayımlanan çevirilerde ve sahte maceralarda Mayk Hammer) serisinin ilki ve en ünlüsü ’Kanun Benim’e kısaca bir göz atmak olabilir. Romanı, savaş sırasında onun için kolunu feda etmiş can dostu Jak’in öldürülmesiyle intikam hislerine boğulan Mayk Hammer’in uyuşturucu çeteleri ve cazibeli kadınlar arasında geçen oldukça heyecanlı bir macerası olarak özetlemek mümkün. Macera, Mayk Hammer ve arkadaşı polis müfettişi Pat’in ’Olayı kim daha önce çözecek acaba?’ yarışı ile de renklendirilmiş. Tahmin edilebileceği gibi, tuttuğunu koparan, acımasız, kararlı dedektifimiz, kimliğini açığa çıkardığında kurşunları katilin karnına yağdırmakta tereddüt etmiyor. Öte yandan, Mayk Hammer’ın ’ruhum’, ’şekerim’, ’meleğim’ diye hitabettiği ’şahane’ kadınlar Mayk’a kendilerini teslime gayet hazır görünüyorlar; zaten romanın en meşhur bölümlerinden biri de, finalde gerçekleşen striptiz sahnesi. Ancak, ’Mayk’ın kadınları’ arasında dedektifimizle ilişkisi açısından süreklilik arz eden ve kendisine ayrı bir statü atfedilen bir kadın da var: Velda. Mayk Hammer’dan dinleyelim: ’Size buracıkta aramızda kalmak şartiyle şunu söyliyeyim ki, son zamanlara kadar kendisiyle evlenmeyi bazı bazı ciddiyetle düşündüğüm biricik kadın katibem ve muarririm Velda’dır.’ Yazının başında belirttiğimiz gibi, 1950’lerde yayınevleri orijinal Mayk Hammer maceralarının yakaladığı başarı üzerine yerli yazarları sahte Mayk Hammer romanları yazmaya teşvik etmişlerdi. Bu süreçte, orijinal maceraların çevirmeni Kemal Tahir’in de Çağlayan Yayınevi’nden çıkan dört adet sahte Mayk Hammer macerası yazdığını görüyoruz: ’Derini Yüzeceğim’ (1954, seri no: 27), ’Ecel Saati’(1955, seri no: 31), ’Kara Nara’ (1955, seri no: 35), ’Kıran Kırana’ (1955, seri no: 44), (Bu dönemde Türkiye’de diğer yazarlar tarafından kaleme alınmış sahte Mike Hammer maceralarının bir listesi için bkz. Erol Üyepazarcı, ’Yumruklarıyla Sevişen, Dudaklarıyla Döğüşen (Polis) Hafiyesi Mike Hammer yahut Kemal Tahir, Afif Yesari ve Diğerlerinin Yerli Mayk Hammerleri’, Müteferrika, Güz 1999, sayı 16, s.3-22.). Orijinal maceraları çevirirken ’Çeviren: F.M. İkinci’ ibaresini kullanan Kemal Tahir, kendi yazdığı Mayk Hammer maceralarında ’Yazan: F.M. İkinci’ ibaresini kullanarak bu kitapları bir bakıma sahipleniyor. Zaten Kemal Tahir’in başka polisiyeler yazdığını da biliyoruz (örn. ’Merhaba Sam Krasmer’). Bildiğimiz bir diğer gerçek de, Nâzım Hikmet’le beraber bir ’zabıta romanları dizisi’ için -yarım kalmış- bazı hazırlıklar yaptıkları.


Sevimli kabadayı


Kemal Tahir’in bizzat yazdığı ilk Mayk Hammer macerası olan ’Derini Yüzeceğim’, Mayk’ın, bir komploya kurban gidip cinayetle suçlanan eski bir dostunu kurtarmasının hikayesi. Bir ’saat sırrı’ etrafında dönen, çeteler arası çekişmeler ve polis-mafya ilişkisini de kurcalayan ’Ecel Saati’, süpriz sonlu bir macera. ’Kara Nara’, bu lakapla bilinen Valter’in Mayk Hammer’in yardımıyla kızını kadın tacirlerinin elinden kurtarmasını konu ediniyor. Son olarak, ’Kıran Kırana’da askerlik arkadaşının intikamını alan Mayk Hammer, bir yandan da bize Şikago’da gangsterliğin doğuş hikayesini anlatıyor. Bu romanlarda Kemal Tahir’in genel olarak orijinal maceralardaki havaya sadık kaldığı, ancak çizdiği Mayk Hammer karakterinin orijinaline göre belki biraz daha sevimli olduğu söylenebilir. İsterseniz, Kemal Tahir’in kaleminden bir Mayk Hammer tarifi alalım:- Size beni nasıl tarif ettilerdi bakalım?- Kabadayı bir hali vardır dediler, cakalıdır dediler. Ayrıca hoş erkektir dediler.- Yakışıklı demediler mi?- Demediler. Yalan söylemeye lüzum görmedikleri anlaşılıyor. Yakışıklı sayılmazsınız. Hatta insan içyüzünüzü bilmese ’mendeburun biri’ deyip geçer.- İçyüzüm neyin nesi imiş canımın içi?- Sert erkekmişsiniz. Gözünü budaktan sakınmaz bir herif, dediler. Elektrik süratiyle silah çeker, elektrik süratiyle kurşunu insanın karnına yapıştırırmışsınız.Orijinal hikayelerdeki Mike Hammer gibi, Kemal Tahir’in Mayk Hammer’ı da sağlıksız beslenmeye (jambonlu sandviç ve iki duble bira), viskileri duble duble yuvarlamaya (’Pirimiz Şerlok Holmes da afyonkeşti!’) ve kaba saba konuşmaya (’Acele tıkındım.’) devam ediyor. Aslında, Kemal Tahir’in çevirdiği ve kendi yazdığı Mayk Hammer maceralarında kullandığı dil, bir yandan karakterin özelliklerini ve orijinal romanın havasını yansıtırken, bir yandan da dönemin Türkiye’sinde yadırganmayabilen ama bugünden bakınca bizi şaşırtan bazı ifadeler de içeriyor. Örneğin, çoğu İngilizce olan yabancı isimler okundukları gibi (Corc, Lüçiyana, Şarlot, Mayk, Con, Nevyork, Şikago) yazılmış. Bir hizmetçiden ’zenci karısı’ şeklinde bahseden Mayk Hammer, bir cümlede söze ’kadınların pek hoş bulduklarını bildiğim sırıtışımla’ diye başlarken, güzel ve zarif bir hanımefendi olarak çizilen bir roman kişisi sözünü ’Katili er geç geberteceğinizden eminim,’ diyerek bitiriyor. Orijinal maceralarla, Kemal Tahir’in Mayk Hammer’ının maceraları arasındaki bir diğer devamlılık noktası, ölümle burun buruna geldiğinde ’Velda!’ diye sayıklasa da, çapkın hafiyenin kadınlarla arasının pek bozulmadığı gerçeği. Zira ortalık dayanılmaz güzellikte ‘femme fatale’lerden, ’yanık zenci şarkıları’ söyleyen afetlerden, gözlerinde pervasızlık ve ihtiras taşıyan kıvrak vücutlu kadınlardan geçilmiyor. Boğazı kesilmiş bir gangesterin cesedinin bulunduğu bir odada vuku bulan bir sevişme sahnesi bile eksik değil. Daha da ilginci, bu maceralardan birinde (’Kara Nara’, s. 56) Kemal Tahir’in Mayk Hammer hikayelerindeki kadınların neden hep nefes kesecek kadar güzel olduklarına dair bir açıklamaya girişmesi! (’Pek de kat’i olmamakla beraber şu kanaate geldim: Ancak güzel kadınların karıştığı maceralar anlatılmağa değer oluyorlar.’). Ancak, Kemal Tahir’in yazdığı Mayk Hammer macerlarının kanımca gerçek ’alamet-i farikası’ yazarın dünya görüşünün ve politik eğilimlerinin bu maceralara sızması. Zaman zaman ABD’deki vahşi kapitalizmi ve ‘kurt kanunu’nu eleştirmekten geri durmayan yazar, dönem itibariyle bazen konulara bir yan tema olarak dahil olabilen İkinci Dünya Savaşı vesilesiyle, genel olarak savaşa ilişkin görüşlerini ve özelde de Nazilerin acımasızlıklarına ilişkin bazı değinmeleri hikayelerine yediriyor. Örneğin, ’Kıran Kırana’da uzun süre savaşmak zorunda kalan askerlerin psikolojileri nezdinde savaş karşıtı fikirlerini vurgularken, ’Derini Yüzeceğim’e bir Nazi doktoruna atfen tüyler ürpertici bir işkence sahnesi ekliyor. Hatta orijinal hikayelerin özüne ters düşmek pahasına, daha kendi yazdığı ilk Mayk Hammer macerasında bireysel başkaldırının çözüm olamayacağı mesajını vermekte tereddüt etmiyor.

Sherlock Holmes


Ne Kadar Kolaymış, Değil Mi Watson?


12/09/2004 (Radikal Iki)

ÖZLEM ÖZ

SHERLOCK HOLMES'UN BÜTÜN MACERALARI Sir Arthur Conan Doyle, Güncel Yayıncılık/Sekiz kitap/ 2004 İstanbul

Geçtiğimiz günlerde genelde polisiye roman, özellikle de Sherlock Holmes tutkunlarını sevindiren bir gelişme oldu. Güncel Yayıncılık, sekiz kitaplık, Sherlock Holmes'un Bütün Maceraları serisi ile ünlü dedektifimizin incelikle çözdüğü, artık her biri klasikleşmiş 'vaka'ları, Strand Magazine'nde yayınlandıklarında kullanılan, Sidney Paget'in orijinal çizimleri ile birlikte yayımladı. (Paget'in çizimlerinde Holmes için kardeşini model olarak kullandığı söylenir.) Sherlock Holmes karakteri, Edinburgh (İskoçya) doğumlu bir tıp doktoru olan Sir Arthur Conan Doyle (1859-1930) tarafından yaratıldı ve Holmes, dördü roman 56'sı uzun öykü biçimindeki toplam 60 vakayı ayrıntılara önem veren, titiz ve detaylı çalışmaları ve dehası sayesinde çözüme ulaştırdı. Dedektifimiz, sadık dostu Dr. Watson ile birlikte Londra'da Baker Street 221 b'de yaşayan (ilerleyen bölümlerde Dr. Watson evlenir ve ayrı bir eve taşınır), yalnızca kendisine ilginç gelen olayları çözmek üzere ilgilenmeye değer bulan ve keman çalmaktan, 'kimya köşesi'nde deneyler yapmaktan, 'arı kültürü' gibi tuhaf konularla uğraşmaktan hoşlanan bir karakter olarak çiziliyor. Ayrıca Holmes, artık ikonlaşmış olan görüntüsünden yaygın olarak bilindiği gibi zaman zaman pipo tüttürmenin yanı sıra, morfin ve kokain de kullanır (o dönemde yasalmış) ve kadınlarla pek ilgilenmez. Tipik bir vaka, Dr. Watson ile Holmes, Baker Street'deki dairelerinde şöminenin başında otururlarken, bir müşteri adayının -vakanın niteliğine göre- telaşla/korkuyla/merakla içeriye girmesiyle başlar. Bazen de Dr. Watson'un çözdükleri yüzlerce vaka arasından anlatılan vakayı bizim için ne açıdan ilginç bulup da seçtiğine dair bir açıklama yapılır. Scotland Yard'dan bir müfettişin yardım talep etmesi de bir vakanın üstlenilmesinde tetikleyici rol oynayabilir. Eğer Holmes olayı incelemeye değer bulursa, okurlara kalan hikâyenin bundan sonrasında Holmes'un 'aziz dostu' Dr. Watson ile birlikte macerayı kendine özgü yöntemlerle çözmesini zevkle takip etmektir.

Holmesmania


Holmes karakteri o kadar sevilir ki, bu popülerite bir vakada Holmes'a "insan hiçbir şeydir, eser ise her şey" dedirten yaratıcısını bile rahatsız eden boyutlara ulaşır ve Doyle bir vakanın (The Final Problem) sonunda Holmes'u İsviçre Alpleri'nden aşağıya yuvarlayıverir. Ancak okuyuculardan o kadar çok tepki gelir ki (hatta bir okuru işi Doyle'a "canavar" demeye kadar vardırır), bir süre sonra Holmes öykülere geri döner. 1901 yılında Strand Magazine'nde tefrika edilen ve yukarıda sözü edilen dört romandan en ünlüsü olan "Baskerviller'in Köpeği", gazete bayilerinin önünde kuyruklar oluşmasına neden olur; gazete karaborsaya düşer. Artık olayın adı konmuştur: Holmesmania. İlerleyen yıllarda hayran kulüplerinin düzenlediği toplantılar, çıkarılan yayınlar, filmler, TV dizileri birbirini izler. Hiç şüphe yok ki Sherlock Holmes, polisiye romanın en ünlü dedektifidir. Sherlock Holmes hikâyeleri pek çok ülkede olduğu gibi, Türkiye'de de çok geçmeden çevrilir. Saptanabilen ilk Holmes çevirisinin 1909'da, yani Osmanlı döneminde yapıldığını biliyoruz. Erol Üyepazarcı'nın Türkiye'de yayımlanmış polisiye romanlar hakkında detaylı bir inceleme sunan "Korkmayınız Mr. Sherlock Holmes" (1997) kitabının başlığına esin kaynağı olan bu ilk çevirilerden birinde, çevirmen S. Faiz, okurlar bir yana, hikâyenin kahramanı ile de sohbeti seviyor: Sherlock Holmes'un ateşte yanıp kavrulmasını dilediği bir caninin saf ve temiz ateşi kirletmesinden endişelenmesini ifade etmesi üzerine, çevirmenimiz bir dipnot düşüyor: "Korkmayınız Mister Sherlock Holmes! Maddi olarak ateşten daha âlâ temizleyici bir şey daha yoktur." İlk çevirilerden biri olan "Sherlock Holmes'un Sergüzeştleri"nin (1912) önsözünde, çevirmen öyküler için "sehl-i mümteni" deyimini kullanıyor ki bu deyimin Osmanlıca'da 'kolay sanıldığı halde taklidi ve benzeri zor olan' anlamında kullanıldığı biliniyor. Bu sade ve zarif öyküler, gerçekten de ilk başta "kolay gibi" görünür. Böylesi bir algılamanın oluşabileceğinin farkında olan Doyle, bunu Dr. Watson'un ağzından açıkça dillendirir. Öyle ki, Dr. Watson çeşitli defalar olayın açıklığa kavuşmasının ardından, "sen anlatınca ne kadar kolay geliyor; bunları ben nasıl düşünemedim diye şaşırıyorum" der.

Ben de yazarım!


Anlaşılan bu uyarılar pek fayda etmez ve dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi Türkiye'de de "ne kolay, ben de yaparım" ruh hali ile (isterseniz buna "Kenan Evren-Picasso yanılsaması" diyelim!) taklit Sherlock Holmes hikâyeleri yayımlanmaya başlanır. Dime Novels (on paralık romanlar/öyküler) sınıfında düşünülebilecek bu maceralar, "Şerlok Holmes-Dünyanın En Meşhur (bazen En Zeki) Polis Hafiyesi" ya da "Şerlok Holmes-Harikulade Maceralar" gibi seri başlıklarıyla haftada bir yayımlanan kısa öykülerden oluşuyor. Örneğin, 1950'lerde yayımlanan maceralardan bazılarında Dr. Watson, 'Harri Takson' olmuş, bir tanesinde de vakayı tek başına çözmek zorunda kalmış ('Vatson Tek Başına'). Ve artık 1950'lere geldiğimizden, orijinal hikâyelerde olayları çözmek için sürekli telgraf çeken Holmes, artık telefon ediyor! Yazıyı bitirirken, Sherlock Holmes'un Türkiye'ye gelip bir 'hürriyet nutuğu' çektiği 1908 tarihli "Abdülhamit ve Sherlock Holmes" adlı inanılmaz bir romanın bile yazıldığını not edelim ve Sherlock Holmes'un orijinal maceralarının yanı sıra diğerlerini de (örn. Leblanc'ın "Arsen Lüpen Herlock Sholmes'a Karşı" - dizgi hatası yok!), Üyepazarcı'nın yukarıda söz edilen (polisiye edebiyat 'ciddi' edebiyat üzerine oldukça ilginç bir tartışmanın da sunulduğu) kitabıyla birlikte okumanızı ve bulursanız, yazıldıkları dönemlerin ruh halini çok güzel biçimde yansıtan taklitlerinden de (örn. Türklerin Sherlock Holmes'u "Amanvermez Ali'nin Müthiş Maceraları") 'sakınmamanızı' tavsiye edelim.

Dylan Dog: Dellamorte Dellamore (Ölüme Dair Aşka Dair)



Kabuslar Dedektifi

03/07/2005 (Radikal Iki)

ÖZLEM ÖZ

Kâbuslar dedektifi Dylan Dog'un iki yeni macerayı içeren son sayısı (Dylan Dog 11: "Bir Yaz Gecesi Kâbusu" ve "Kaplanın Rüyası") geçtiğimiz günlerde yayımlandı. (Darısı son yılların bir diğer bağımlılık nesnesi, yine İtalyan "fumetti"lerinden Kadın Dedektif Julia'nın başına!) Türkçe'de Giovanni Scognamillo'nun yayın danışmanlığı ile Rodeo Kitap tarafından yayımlanan Dylan Dog maceraları, aslen ünlü İtalyan yayınevi Sergio Bonelli Editore ürünü. Dylan Dog'un 1986 yılında "Yaşayan Ölülerin Şafağı" adlı ilk macerasının yayımlanmasından bu yana epey zaman geçti ve Dylan Dog bu zaman zarfında "en çok satan İtalyan çizgi romanı" sıfatını kazandı. Daha yaygın biçimde tanındığını söyleyebileceğimiz Martin Mystere'nin yaratıcısı Alfredo Castelli dahi, duyduğu kıskançlık dolayısıyla Dylan Dog'u olabildiğince az okuduğunu itiraf ederek, Dylan Dog'un şu anda İtalya'da yayımlanan en iyi çizgi roman ve yaratıcısı Tiziano Sclavi'nin de bu alandaki en iyi yazar ve senarist olduğunu teslim ediyor. Bazı aylarda bir milyonu aşan bir tiraja ulaşan, bazı maceraları ikinci/üçüncü baskıya giren, koleksiyonerler için özel kitapları ve dev albümleri yayımlanan, hakkında tezler yazılan ve adına festivaller düzenlenen Dylan Dog'un yakında bir filminin çekileceği söylentileri de dolaşmakta. Zira, Miramax'a bağlı Dimension Films Dylan Dog'un film haklarını satın aldı. (Aslında Dylan Dog'la ilişkilendirilebilecek -ki senaryo yazarı Sclavi de bu ilişkiyi doğruluyor bir İtalyan filmi zaten var: Dellamorte Dellamore.)

Rupert Everett?

Karakterimizi biraz tanıyacak olursak, Dylan Dog Londra'da Craven Road 7 numarada asistanı Groucho ile yaşayan, "beşbuçukuncu hissi" güçlü ve "günde 50 sterlin artı masraflar"a doğaüstü gizemli olayları çözmeye hevesli bir kâbuslar dedektifi. Eski bir polis ve eski bir alkolik olan Dylan (romantik bir şıpsevdi olarak çizilen karakterimiz geçmişte bir IRA militanı olan Lillie'ye âşık olup evlenmiş, ancak Lillie'nin ölümünün ardından Scotland Yard'tan ayrılarak kendini alkole vermiştir), artık içki içmez ve bir vejeteryandır. Dylan Dog fiziksel görünüm olarak Rupert Everett'i andırır, ki karakterlerin fiziksel görünümleri için sevilen sinema yıldızlarından esinlenme eğilimi son dönem İtalyan çizgi romanlarında sıklıkla görülmekte (Audrey Hepburn'den bariz esinler taşıyan Kadın Dedektif Julia bu konuda diğer bir örnek). Kahramanımızın fiziksel görünümünün diğer bir tanımlayıcı unsuru "kot-kırmızı gömlek-siyah ceket"ten oluşan giysileri ki, Sclavi bazı maceralarda Dylan Dog'un sürekli aynı giysileri giymesi üzerine kendi kahramanıyla dalga geçmekten geri durmaz. Diğer pek çok ünlü meslektaşı gibi, düşünürken müzik aleti çalma geleneğini (burada klarnet) devam ettiren ve gemi modelleri yaparak saatler geçirmekten hoşlanan Dylan, bir çizgi roman kahramanından -hele mesleği kâbuslar dedektifi olan bir kahramandan beklenmeyecek derecede hassas ve kırılgan olmasıyla ve binbir çeşit fobisiyle (uçak, yükseklik, kapalı yer, vs.) bizi şaşırtır. Ama belki de, tam da bu nedenlerle okurlarının dostu olmayı başarmış olduğu da iddia edilebilir. Çizgi romanda öne çıkan diğer karakterlerden Groucho (ilerleyen maceralarda ismi değişti), Dylan Dog'un yardımcısı ve en iyi arkadaşı. Yalnız fiziksel görünümüyle değil, soğuk espirileriyle de ünlü komedyen Groucho Marx'ın bir kopyası. Scotland Yard'tan müfettiş Blouch ise, Dylan Dog'un kendisini bulaştırdığı, zaman zaman da kendi isteğiyle bulaştığı doğaüstü olaylar nedeniyle emekliliğinin yanması endişesinde olan, orta yaşlı, iyi kalpli ve sevimli bir polis. Bu ana karakterlerin yanı sıra, bazı maceralarda suçlular/kurbanlar/polisler arasında bazı tanıdık yüzlerin (örn. A. Hopkins) "konuk sanatçı" olarak özel katkılarını ve birden fazla Dylan Dog hikâyesinde gördüğümüz Xarabas ve ölüm meleği gibi yan karakterleri de anmak gerek. Son olarak, Dylan'ın Castelli karakteri Martin Mystere ile ortak maceraları olduğunu da belirtelim, ki bu maceralardan birinde iki karakterin kız arkadaşları tarafından karşılaştırılmaları sahnesi oldukça ilginç: Martin'in kız arkadaşı -aslında duygusallığa pek pirim vermeyen Martin'in eğer biraz Dylan'a benzeseydi, nasıl da "tam anlamıyla mükemmel" olabileceği yönünde görüş beyan ederken, Dylan'a düşen sitem-beklenebileceği gibi eğer "biraz daha rasyonel, biraz daha az duygusal" olabilseydi ne kadar "mükemmel" biri olabileceği yönünde!

Göndermeler

Başlangıçta Sclavi (senaryo)-Villa (çizimler) ikilisinin ürünü olan Dylan Dog, sonradan pek çok yazar ve çizerin katkılarına açılsa da, senaryolar üzerinde Sclavi'nin kontrolü büyük ölçüde devam ediyor. Dylan Dog maceraları arasında fantastik öğeler taşımayanlar azınlıkta. Anlaşılan o ki, ilgilendiği konular itibarıyla gazeteciler tarafından zaman zaman "şarlatan" olarak anılma riskini göze alan dedektifimiz, pek çok macerada kendisini vampirlerin, kurt adamların, zombilerin karıştığı vakaların çözümüne adamakta kararlı. Dylan Dog hikâyelerinde janrı iyi bilenlerin yakalayabileceği ince göndermelerin yanı sıra (örn. Tod Browning'e), daha yaygın biçimde bilinen klasiklere de (örn. Conan Doyle'un Holmes hikâyeleri, Poe'nun Kuzgun'u, Bergman'ın Yedinci Mühür'ü gibi) göndermeler yapıldığını not edelim. İnternet üzerinde okurlar arasında düzenlenen bir ankette hüzünlü ve güzel bir hikâye olan "Johnny Freak" en sevilen Dylan Dog macerası seçilmiş olsa da, diğer maceralar yakın takipte. Benim oyum, ölüm temalı ve şiirlerle bezeli ("Ölüm yaşıyor/Yaşamsa ölmekte") "Lanetli Ayna" ile Dylan Dog hikâyelerinde zaman zaman sezilen kapitalizm eleştirisini hikâyenin merkezine yerleştiren "Deniz Kızının Şarkısı"na. Dylan Dog'un yayıncısı Sergio Bonelli, Dylan Dog Dev Albüm I'in giriş yazısında, bu dev albümleri "Dylan Dog'u aylık değil de on beş günlük, hatta haftalık olarak çıkarmamızı söyleyip duran, gözü doymak bilmeyen ısrarcı okurlara" armağan ettiklerini söylüyor ve "Haftalık değil, günlük yayımlamamızı isteyen biri bile çıkmıştı," diye sitem ediyor. Ne diyelim, aylık maceralar düzenli olarak Türkiye'de de yayımlansın, biz ona razıyız!

Heidi


Heidi
Created by Johanna Spyri
Miyazaki took part (scenery) in the animated version