Sunday 22 April 2012

Lanetli Miras

(Özlem Öz, Altyazı Korku Yıllığı 2012) Valdemar Konağı’nı incelemek üzere görevlendirilen emlak uzmanı Luisa Llorent, konağa gittiğinden beri kayıptır. Luisa’nın çalıştığı şirket olayı araştırmak üzere dedektif Nicolas ile anlaşır. Dedektif, Valdemar Vakfın’nın başkanı Cervia’nın yardımıyla aileden geriye kalan günlük ve resimler ışığında olayı aydınlatmak üzere geçmişe doğru bir yolculuğa çıkar. (Aslında bu gerçek anlamda da bir yolculuk; çünkü, film boyunca arka planda dedektif Nicolas’ın bir tren yolculuğunda hikayeyi dinleyişini izliyoruz.) Nicolas’ın araştırmalarından öğreniriz ki, olayların kökeni geçmişte bir takım hilelerle “ruh fotoğrafçılığı” yapan Lazarus Valdemar’a kadar gitmektedir. Çok istemelerine rağmen çocuk sahibi olamayan Lazarus ve eşi, hayatlarındaki bu eksikliği telafi edebilmek amacıyla kimsesiz çocuklarla ilgilenmektedir. Ancak aile için, çocuk sahibi olamama ile ilgili zaaflarını açık etmenin maliyeti oldukça ağır olur. Çünkü ailenin bu zaafı, Lazarus’un ruh fotoğraflarının ününün belki gerektiğinden de fazla yayılmasıyla birleşince, olaylar yalnız kendilerini değil, tüm Valdemar ailesini nesiller boyunca etkileyecek bir lanetin kapılarını aralayacak biçimde gelişir.
Filmin en kaydadeğer özelliği şüphesiz film geneline yayılan gotik atmosfer, eski kitaplar (Necronomicon!), evdeki ağır hava ve evin tam ortasında açılan çukurdan öte dünyalara aralanan geçitlerle, bu geçitlerden dünyamıza gelebileceklerle (korkunç kanatları ve uzantılarıyla hafızalara kazınan Cthulhu’yu bekliyoruz!) hayat bulan Lovecraft esinleri. Filmin bir diğer kaydedeğer özelliği, Drakuladan Frankestein’a, kurtadamlardan bizzat şeytanın kendisine kadar pek çok korku ikonu karakteri başarıyla canlandırmış olan İspanya korku sinemasının efsanevi aktörü Jacinto Molina Alvarez’in (daha çok Paul Naschy olarak biliniyor) filmde yer almış olması. Lovecraft’ın yanı sıra Bram Stoker’a da (hikayeye göre, Lazarus’un “ruh fotoğrafları”yla ilgilenen tarikatın üyelerindenmiş..) selam gönderen bu koyu gotik filmin belki de tek hayal kırıklığı, izleyiciyi “eksik kalmışlık” hissiyle bırakan ve devamının geleceğini çok belli eden finali. Ama Lanetli Miras’ın Lovecraft referanslarının iyiden iyiye açığa çıktığı bir devam filmi (The Valdemar Legacy II: The Forbidden Shadow) çekilmiş bile. Lanetli Miras, buralara gelmesinin çok gecikmeyeceğini umduğumuz devam filmini fazlasıyla merak ettiriyor.

Julia'nın Gözleri

(Özlem Öz, Altyazı Korku Yıllığı 2012) Filmin konusunu tek cümlede özetleyecek olsak, hızla görme yetisini kaybeden bir kadının, aynı dertten musdarip ikiz kızkardeşinin şüpheli intiharını araştırmasının filmidir, diyebilirdik. Yani konu başlıbaşına oldukça korkutucu, hele hemen aklımıza gelen Joyce’dan Borges’e gerçek hayattan gerçek örnekleri düşününce. Filmde yavaş yavaş kör olmanın ve bunun olacağını bilmenin dehşetini tam da en çok Julia’nın bakışında görüp hissediyoruz. Film, Julia’nın kocasıyla beraber, intiharına pek ikna olmadığı kızkardeşi Sara’nın evine gelmesiyle açılıyor. Sara’nın ölümünün ardındaki gerçekleri deşmeye başlayan Julia, çok geçmeden kızkardeşinin kimliğini bir türlü tespit edemediği çünkü pek kimsenin bilip farketmediği, sanki “görünmez” bir erkek arkadaşı olduğunu öğreniyor. Bir kendi hastalığı da gitgide kötüleşiyor, ara sıra geçici körlük atakları geçirmeye başlıyor ve hastalığının ilerlemesinin beraberinde getirdiği sonuçlarla başbaşa kalıyor. Film biraz uzun tutulmuş ve bu nedenle temponun sarkabildiği anlar da olmuyor değil belki ama yine de filme hakim olan hüzün ve korku hissinin yarattığı genel hava ve zaman zaman yükselen gerilim bu durumu rahatlıkla telafi ediyor. Finale doğru iyice anlıyoruz ki, aslında film görmek/kör olmak kadar “bakış” ve “bakılmak”la da ilgili. Hayatta varlığı yokluğu belirsiz, silik kalmanın ne demek olduğuyla. Birini kendimize bağımlı kılma arzusunun ve buna bağlı çaresizlik duygusunun insanı nerelere götürebileceğiyle. Öte yandan, kör olmanın beraberinde getirdiği travmadan ve birinin çaresizliği/bize bağımlılığı durumundan hüzün ve romantizm çıkarabilmek, aynı zamanda da gerilimi diri tutabilmek az ustalık isteyen işler değil. Tam da bu ustalık talebi, filme eski tarz bir hava veriyor. Zaten film hakkında İngiltere’de yayımlanan yazılardan birinde, filme hakim olan havanın yönetmenin kendi eski filmlerinden çok, erken dönem Hitchcock ve Argento’ya akraba olduğu söyleniyor. Filmde seyrek de olsa çekinmeden kullanılan (tekinsiz bodrum, göze değmek üzere olan bıçak gibi) klişelerden pek de rahatsız olmayanlardansanız, arada şaşırtmacalı, tuhaf komşulu, daha da tuhaf anne figürlü, sapık katilli, o evde kalmasa keşke, öyle yapmasa keşkelerle özdeşleştiğimiz kahramanlı, şöyle doğru düzgün eski tarz gerilimli, görece derinden ve sakin bir korku/gerilim filmi izlemenin keyfine dalmak isterseniz Julia’nın Gözleri sizi hayal kırıklığına uğratmayacak büyük olasılık.

Siyah Kuğu: Denizler Ortasında, Kör Kuyularda

(Özlem Öz Altyazı Korku Yıllığı 2012) Siyah Kuğu filmi, Nina’nın rüyasıyla açılıyor. Ulaşılmaz bir hayal gibi görünen ama çok geçmeden gerçek olan Kuğu Gölü’nde başrol rüyası, o güne kadar annesinin kanatları altında, pembeler içindeki odasında uslu uslu “dersine çalışan” çocuk-kadın Nina’yı karanlık yanını tanımaya zorluyor. Bu rolü mükemmel bir şekilde başarabilmek için, beyaz ve siyah kuğuyu aynı bedende taşıyabilmesi gerekiyor çünkü. Oysa karanlığa bakmak, pek çoğumuz için tehlikeli ve riskli bir şey. Korkutucu da. Siyah Kuğu bir korku filmi sayılabilir mi tartışmalarına dair burada bir not düşelim o zaman: Rüyalarınızda kendinizle karşılaştıysanız bilirsiniz, bundan daha irkiltici ve korkutucu çok az şey var gerçekten. Filmde de, Nina’nın yaşadığı dönüşümle birlikte tanık olduğumuz aynadaki görüntüsünün başka türlü hareket etmesi durumunu, kendimize bakmanın tekinsizliğinin bir işareti olarak yorumlamak mümkün. Film, orijinal Kuğu Gölü hikayesinde saklı “kötücül ikiz”, “kadının gündüz başka gece başka bir şey olması(!)”, “baştan çıkarma” gibi temalara ek olarak “annenin/rakibin yerine geçme”, “mesleki rekabet”, “yaşlanmak/gözden düşmek” ve “mükemmelliyetçilik” gibi son derece ilginç konularda psikanalitik okumalara bol ve zengin malzemeler sunuyor. Örneğin, ukala ve narsisistik direktör Thomas’ın mükemmeliyetçilik üzerine kestiği ahkamlar (“içinden gelen karanlık bir itkiyle hareket eden” Beth, Thomas tarafından “yıkıcı” ama “mükemmel” bulunur; diğer bir siyah kuğu Lily’nin hareketleriyse, Thomas’a göre, belki teknik olarak çok “doğru” değildir ama kendini bırakabildiği, “mış” gibi yapmadığı için “mükemmel”dir), kusurlunun kusursuzluğu teması üzerinden Zizek’i çağrıştırıyor. Kötü ikizini ilk defa keşfe çıkan Nina için “siyah kuğu” olabilme hali, Lily ile lezbiyen sevişme fantezisi sahnesinde tereddüte yer bırakmayan bir açıklıkta ortaya çıktığı üzere, korkutucu olduğu kadar çekici de bir yandan. Aslında hareket ve dans (ve evet, seks), kontrol/kendini bırakma temalarını düşünmek için oldukça elverişli zeminler. Hatırlayalım, kendimizi bırakabildiğimiz zaman güzelleşen dans teması, yakın zamanda sinema perdelerimizde görsel bir ziyafet sunan Pina filminde de bahsi geçen bir konuydu: Pina, dansçılarından birine “Harikasın ama yalnızca biraz daha çılgın olabilmen gerekiyor,” diyordu. Hem, filmde Thomas’ın sorduğu gibi, “Bütün bu disiplin ne için?”. Şüphesiz çok temel bir soru bu ve karşı sorusu Nina’nın annesinin ağzından dökülüyor: “Benim tatlı kızıma ne oldu?” Nina’nın dediği gibi, “O artık yok”. Yani Siyah Kuğu bir bakıma da, bir oyuncakları çöpe atma, nihayet anneye kafa tutma, diğer bir deyişle bir büyüme filmi. Ancak bu, zorlayıcı ve sancılı bir süreç. Ninacığı denizler ortasında, kör kuyularda, bilinmedik diyarlarda bir başına bırakıyor, mahvediyor. Tıpkı küçük kızların onların giysilerini giyerek annelerini taklit etmeye çalışmaları gibi, yıldızı sönmüş, emekliliğe zorlanmış Beth’in rujunu, parfümünü çalarak onun yerine geçmeye çalışan Nina (ki çok iyi biliyor ki, kendi sonu da tıpkı Beth gibi olacak -ve hatırlayalım, Nina’nın annesi de eski bir balerin), işler pek istediği gibi gitmediğinde, başka biri de onun rolünü çalmaya çalıştığında tam anlamıyla dağılıyor. Karanlık yanıyla karşılaşmayı da, rekabette kazanmanın ağırlığını da taşıyamıyor. Başarının çektiği haset ve kıskançlıkla başedemiyor. Ne de olsa, Thomas’ın dediği gibi, beyaz kuğuyu ve siyah kuğuyu aynı bedende taşımak müthiş zor bir iş. Finalde başarılı bir sahne performansı görüyoruz görmesine ama Nina’nın mükemmeliyetçiliğin doruğuna ulaşmasının bedeli de oldukça ağır oluyor. Yazımızı böyle şeyler yalnız Türkiye’de olmuyormuş diye düşündüren bir notla bitirelim: ABD’de mesleğimizi yanlış ve kötü tanıtıyor, o kadar yıkıcı rekabet yok bizde, diyen bazı balerinler filmden rahatsız olmuşlar! Şaka bir yana, film çok önemli konuları çarpıcı ve düşündürücü bir biçimde işliyor işlemesine de, bu konuları kadınlar arası mesleki rekabet vurgulu tartışmanın nahoş bir yanı da yok değil. Barda yeni tanışılan birinin “Siz kimsiniz?” sorusuna “Ben bir balerinim” cevabının verildiği bir dünyada (“Yok, ben adınızı sormuştum” diye bir tepki alıyor!), yani kendimizi ancak mesleğimizle tanımlayabildiğimiz bir dünyada, böylesi bir vurgu şaşırtıcı olmasa da yine de rahatsız edici. Son olarak, rekabet bu kadar başat bir unsursa hayatlarımızda, o zaman pek çok alternatif Kuğu Gölü performansı “ikizleri”yle bu film de rekabet halinde mi acaba diye sorabiliriz belki. Jenerikte isim ve rollerin veriliş hali böyle bir olasılığı düşündürmüyor değil doğrusu.