Wednesday 20 June 2012

WUXIA: EFSANEVİ KAHRAMANLAR


ÖZLEM ÖZ, ALTYAZI, 2012




Bir janr olarak wuxianın kökeni binlerce yıl öncesine gidiyor; ancak 20. yüzyılın başlarıyla 1960’lar ve 1970’ler, türün altın yılları olarak kabul ediliyor. Bu terim, önceleri daha çok Çince konuşulan diyarlarda eski zamanlarda geçen, dövüş sanatlarına vâkıf yiğit bir kahramanın etrafında dönen ve sıklıkla fantastik öğeler içeren destansı edebi hikâyeler için kullanılırken, zaman içinde edebiyatın yanı sıra sinemaya, televizyona ve çizgi romana da nüfuz eden bir popüler kültür janrını tarif eder hale geliyor. Tipik bir wuxia hikâyesinde, haksızlığa uğramış (örneğin Korkusuz’daki gibi sevdiklerini kaybetmiş) ya da haksızlığa tanık olmuş (mesela Kahraman’daki gibi bir hükümdarın insanları katlettiğini görmüş) ve bu durumu düzeltmek, “adaleti yeniden tesis etmek” için bilenmiş bir kahramanın macerasını izleriz. Hikâyelere hakim destansı hava ise, dövüş sanatlarındaki yeteneği ve bilgeliğiyle hayran olunası “efsanevi kahraman” temasının yanı sıra, büyük ölçüde hikâyenin muhteşem doğa manzaralarıyla bezeli kadim zamanlarda geçmesi, fedakârlıklarla büyüyen ve bazen son âna dek sözlere dökülemeyen masalsı bir romansı içermesi ve dinleyenleri, okuyanları ya da izleyenleri hayretlere boğan fantastik dokunuşlarla örülmesiyle sağlanır. Bu hikâyeler öyle bir tat bırakırlar ki, sanki yıllar yılı anlatılmış, nesilden nesle aktarılmış, kulaktan kulağa fısıldanmış olduklarını hissederiz. 

İlk wuxia filmleri 1920’lerde Şangay’da çekildi. En genel anlamda, Çin’in geleneksel etik kod ve değerlerinin vurgulanıp kutsandığı ve dövüş sanatlarının başrolde olduğu filmler bunlar. Ünlü wuxia yazarı Xiang Kairan’ın öykülerinden uyarlanan Huo shao hong lian si (The Burning of the Red Lotus Temple, 1928), ilk wuxia filmi kabul ediliyor. Ama belirtmek gerekir ki, bu erken dönemde janrın gelişimi pek öyle düz bir seyir izlememiş ve pek çok badireler atlatmış. 1920’lerde Çin’de çekilen erken dönem wuxia filmlerinde, kahramanlara doğaüstü yetenekler ve gizli güçler atfedebilmek adına kullanılan sinematik hileler ve kamera hareketleri o kadar sevilmiş ve popüler olmuş ki, bu durum hızla ve ucuz yollu üretilen sayısız wuxia filminin çekilmesini -tam sayısı bilinmese de, Şangay’da 1928- 1932 yılları arasında 240 civarı wuxia filmi çekildiği tahmin ediliyor- beraberinde getirmiş. Bu furya, hem dönemin elitleri hem de “otorite” tarafından pek de hoş karşılanmamış. Öyle ki, Çin’de wuxia filmlerinin çekilmesi 1930’ların başlarında yasaklanmış ve bu yasak janr için yaklaşık 30 yıl boyunca sürecek bir durgunluk dönemini başlatmış. Bugün bildiğimiz anlamda dövüş sanatları filmleri 1960’larda (önceleri Hong Kong ve Tayvan’da olmak üzere) bir anlamda yeniden doğmuş. Bu yıllarda çekilen Da zui xia (Come Drink with Me, 1966) ve Dubei dao’nun (The One-Armed Swordsman, 1967) janrı yeniden gündeme getirdiği ve türün gelişiminde dönüştürücü bir rolü olan Tsui Hark’ı epey etkilediği söylenir. Örneğin, Hark’ın yönettiği ve keşke festival seçkisinde yer alabilseymiş dediğimiz Die bian (Butterfly Murders, 1979), dövüş sanatlarını dedektif, korku ve bilimkurgu temalarıyla da harmanlayan bir wuxia filmi. Yine Tsui Hark imzalı Büyülü Dağın Savaşçıları (Zu: Warriors from the Magic Mountain, 1983) ise dünyamızı ele geçirmek üzere öte diyarlardan bizlere savaş açan iblislere karşı kılıç kuşanan kahramanlarıyla, türe yepyeni ve oldukça fantastik öğeler katan bir film olarak ün salmış. Yönetmenin, o zamanlar yeni yeni yıldızı parlayan ve zamanla türün önde gelen oyuncularından biri olacak olan Jet Li’nin de yer aldığı Bir Zamanlar Çin’de (Wong Fei Hung, 1991) gibi çok popüler filmlere de imza attığını ekleyelim. Janrın aykırı yönetmenlerinden Tsui Hark’ın Büyülü Dağın Savaşçıları filmi festival programında. Wuxia oyuncularının en ünlülerinden Jet Li ise, Kahraman (Ying xiong, 2002) ve Korkusuz (Huo Yuan Jia, 2006) filmlerinde canlandırdığı “efsanevi savaşçı” rolleriyle festival seçkisindeki haklı yerini alıyor.

WUXIA HOLLYWOOD’DA

Seçkiye dahil edilen diğer filmler arasında, Wong Kar Wai’nin kılıç ustalı, aşk ve hafıza temalı filmi Zamanın Külleri (Dung che sai duk, 1994), şiirsel havasıyla dikkat çekiyor. Zamanın Külleri, festivalde (yönetmen tarafından) kurgusu yenilenmiş, renk ve müzikleri elden geçirilmiş 2008 versiyonuyla gösterime sunuluyor. 1990’lardan festival seçkisine giren bir diğer wuxia filmi, yine aşk temalı ama bu kez Ronny Yu imzalı Beyaz Saçlı Gelin (Bai fa mo nu zhuan, 1993). Bu filmin en kayda değer yanlarından biri, kurtlar tarafından yetiştirilen etkileyici bir “kadın savaşçı” portresi sunuyor olması. Fantastik sinema üstadı Pete Tombs, saf duygu ve görselliğin neredeyse operavari bir sunumu olan bu filmi, mükemmel bir epik sinema örneği olarak anıyor. Wuxia temaları dünya sinemasına epeydir esin kaynağı oluyor olmasına (Star Wars’dan Matrix’e, ve son olarak esinin çok ötesinde bir kutsanmayla Kill Bill’e) ama bir janr olarak wuxianın Hollywood’a asıl taşınması ve ardından yaygın bir uluslararası tanınırlık kazanması, büyük ölçüde Ang Lee’nin 2000 yapımı bol ödüllü epik filmi Kaplan ve Ejderha (Wo hu cang long) ile oluyor. ABD tarihinde o döneme kadar yabancı dilde çekilmiş bir filmin ulaşabildiği en yüksek hasılatı -film, 17 milyon dolarlık bir bütçeyle toplam 213,5 milyon dolar hasılata ulaşmayı başarmış!- yakalayan bu film, benzerlerinin de önünü açıyor. Bu filmin ve hemen birkaç yıl arkasından gelen ve sinema çevrelerinde hararetli bir wuxia tartışması başlatan Kahraman’ın yarattığı yankılar, janrın hem anavatanında hem de Batı’da yeniden keşfine zemin hazırlıyor. Festival seçkisine dahil edilmiş yakın tarihli diğer wuxialar ise şöyle: Esas itibarıyla hüzünlü bir romantik aşk filmi olan Parlayan Hançerler (Shi mian mai fu, 2004), 1900’lerin başlarında yaşamış gerçek bir “efsanevi kahraman savaşçı”nın (Huo Yuanjia) hayatından esinle çekilen “Çin, Asya’nın hasta adamı oldu (filmde aynen böyle geçiyor!), değerlerimizi yitiriyoruz” konulu, Jet Li’li Korkusuz ve janrın kahraman çeşitlerinden “suikastçı” imgesinin öne çıktığı, “kadim sırların peşindeki savaşçı” teması etrafında dönen Katiller Devri (Jianyu, 2010).

KIRILAN KODLAR

Wuxia filmleri, dövüş sanatlarının neredeyse kutsandığı filmler. Bu filmlerde dövüşme sahneleri koreografisi büyük bir özenle yapılıyor ve bu üstün yetenek gösterileri doğrusu çok estetik olabiliyor. Aslında yalnızca film kahramanlarının dövüş sanatlarındaki hünerlerini sergiledikleri sahnelerde değil, wuxia filmlerinin geneli boyunca neredeyse şenlikli bir sinematografi kullanıldığını söylemek mümkün. Bu filmler, gece fenerlerle aydınlatılmış evler, karanlık ve su sesleriyle çınlayan mağaralar ve tabii devasa dağlar, engin çöllerle, renk renk yapraklarla süslenmiş nefes kesen doğa görüntüleriyle ince ince işlenmiş. Arkaplanlar neredeyse fazla güzel bu filmlerde ama bu insanın içini titreten, doğanın ihtişamı karşısında küçücüklüğümüzü hissettiren bir güzellik ve filmlerin yansıttığı felsefi kodlarla doğrudan bağlantılı. Dövüş sahnelerine eşlik eden harika müzikler (Kahraman’da Jet Li’nin canlandırdığı İsimsiz kahraman, haklamak durumunda olduğu ilk suikastçıya müzik ve dövüş sanatları arasındaki paralellikler üzerine bir söylev dahi çekiyor!), wuxia filmlerinde dövüş sanatlarının kutsanması eğilimini daha da perçinliyor. Aslında wuxia filmlerinde zaman zaman rastladığımız, müzikle ya da kaligrafiyle dövüş sanatları arasındaki paralelliğe dair göndermeler, dövüş sanatlarının “sanat” yanını ve ritüelimsi yönlerini vurgulamakla kalmıyor, dövüş sanatlarının bu filmlerde hiçbir zaman yalnızca dövüşmekten ibaret olmadığını da hatırlatıyor bize. Öyle ki, dövüş sanatlarında ustalaşma, içsel bir yolculukla -bu bazen Korkusuz’daki gibi uzun bir inziva da gerektirebilir- erişilen bir tür “olmuş”luğu da ima ediyor. Bu olgunlaşma yolculuğuna dair, yavaş yavaş, ancak zamanı gelince ifşa edilen ve wuxialarda “çekirgeye felsefi öğütler” şeklinde tezahür edebilen hayata dair sırlar, başka filmlerde pekâlâ fazla klişe kaçabilecekken, bu filmlerde aslında kahramanlarını da önceleyen, eski Çin’e dair felsefi kodlar taşıyan, dolayısıyla kendini doğrulayıcı bir işlev görüyor ve tam da bu nedenle bu filmlere çok yakışıyor. Peki, wuxia filmlerinde ifade bulan temel felsefi altmetinlerin ve geleneksel Çin’e dair kodların zaman içinde -örneğin “kadın savaşçı” imgesinde gözlenen değişimler bağlamında (ki artık “erkek gibi” ya da erkek kılığında değiller; kadın halleriyle ve cinsellikleriyle varlar)- kırılmaya yüz tuttuğunu söyleyebilir miyiz? Eskiden esas itibarıyla Çince konuşulan ülkelerdeki izleyiciler için çekilen ve eskiyi hatırlatıp yaşatmak işlevi gören wuxia filmleri, artık Kaplan ve Ejderha’da ve Kahraman’da olduğu gibi, gitgide zamanımızın ruhuna ve uluslararası bir izleyici kitlesine hitap etmek durumundaysa, bu kodların kırılıp hibridleşmesi ve hal böyle olunca “efsanevi kahramanlar”ın da az biraz ehlileşmesi kaçınılmazdır belki de.

Sunday 22 April 2012

Lanetli Miras

(Özlem Öz, Altyazı Korku Yıllığı 2012) Valdemar Konağı’nı incelemek üzere görevlendirilen emlak uzmanı Luisa Llorent, konağa gittiğinden beri kayıptır. Luisa’nın çalıştığı şirket olayı araştırmak üzere dedektif Nicolas ile anlaşır. Dedektif, Valdemar Vakfın’nın başkanı Cervia’nın yardımıyla aileden geriye kalan günlük ve resimler ışığında olayı aydınlatmak üzere geçmişe doğru bir yolculuğa çıkar. (Aslında bu gerçek anlamda da bir yolculuk; çünkü, film boyunca arka planda dedektif Nicolas’ın bir tren yolculuğunda hikayeyi dinleyişini izliyoruz.) Nicolas’ın araştırmalarından öğreniriz ki, olayların kökeni geçmişte bir takım hilelerle “ruh fotoğrafçılığı” yapan Lazarus Valdemar’a kadar gitmektedir. Çok istemelerine rağmen çocuk sahibi olamayan Lazarus ve eşi, hayatlarındaki bu eksikliği telafi edebilmek amacıyla kimsesiz çocuklarla ilgilenmektedir. Ancak aile için, çocuk sahibi olamama ile ilgili zaaflarını açık etmenin maliyeti oldukça ağır olur. Çünkü ailenin bu zaafı, Lazarus’un ruh fotoğraflarının ününün belki gerektiğinden de fazla yayılmasıyla birleşince, olaylar yalnız kendilerini değil, tüm Valdemar ailesini nesiller boyunca etkileyecek bir lanetin kapılarını aralayacak biçimde gelişir.
Filmin en kaydadeğer özelliği şüphesiz film geneline yayılan gotik atmosfer, eski kitaplar (Necronomicon!), evdeki ağır hava ve evin tam ortasında açılan çukurdan öte dünyalara aralanan geçitlerle, bu geçitlerden dünyamıza gelebileceklerle (korkunç kanatları ve uzantılarıyla hafızalara kazınan Cthulhu’yu bekliyoruz!) hayat bulan Lovecraft esinleri. Filmin bir diğer kaydedeğer özelliği, Drakuladan Frankestein’a, kurtadamlardan bizzat şeytanın kendisine kadar pek çok korku ikonu karakteri başarıyla canlandırmış olan İspanya korku sinemasının efsanevi aktörü Jacinto Molina Alvarez’in (daha çok Paul Naschy olarak biliniyor) filmde yer almış olması. Lovecraft’ın yanı sıra Bram Stoker’a da (hikayeye göre, Lazarus’un “ruh fotoğrafları”yla ilgilenen tarikatın üyelerindenmiş..) selam gönderen bu koyu gotik filmin belki de tek hayal kırıklığı, izleyiciyi “eksik kalmışlık” hissiyle bırakan ve devamının geleceğini çok belli eden finali. Ama Lanetli Miras’ın Lovecraft referanslarının iyiden iyiye açığa çıktığı bir devam filmi (The Valdemar Legacy II: The Forbidden Shadow) çekilmiş bile. Lanetli Miras, buralara gelmesinin çok gecikmeyeceğini umduğumuz devam filmini fazlasıyla merak ettiriyor.

Julia'nın Gözleri

(Özlem Öz, Altyazı Korku Yıllığı 2012) Filmin konusunu tek cümlede özetleyecek olsak, hızla görme yetisini kaybeden bir kadının, aynı dertten musdarip ikiz kızkardeşinin şüpheli intiharını araştırmasının filmidir, diyebilirdik. Yani konu başlıbaşına oldukça korkutucu, hele hemen aklımıza gelen Joyce’dan Borges’e gerçek hayattan gerçek örnekleri düşününce. Filmde yavaş yavaş kör olmanın ve bunun olacağını bilmenin dehşetini tam da en çok Julia’nın bakışında görüp hissediyoruz. Film, Julia’nın kocasıyla beraber, intiharına pek ikna olmadığı kızkardeşi Sara’nın evine gelmesiyle açılıyor. Sara’nın ölümünün ardındaki gerçekleri deşmeye başlayan Julia, çok geçmeden kızkardeşinin kimliğini bir türlü tespit edemediği çünkü pek kimsenin bilip farketmediği, sanki “görünmez” bir erkek arkadaşı olduğunu öğreniyor. Bir kendi hastalığı da gitgide kötüleşiyor, ara sıra geçici körlük atakları geçirmeye başlıyor ve hastalığının ilerlemesinin beraberinde getirdiği sonuçlarla başbaşa kalıyor. Film biraz uzun tutulmuş ve bu nedenle temponun sarkabildiği anlar da olmuyor değil belki ama yine de filme hakim olan hüzün ve korku hissinin yarattığı genel hava ve zaman zaman yükselen gerilim bu durumu rahatlıkla telafi ediyor. Finale doğru iyice anlıyoruz ki, aslında film görmek/kör olmak kadar “bakış” ve “bakılmak”la da ilgili. Hayatta varlığı yokluğu belirsiz, silik kalmanın ne demek olduğuyla. Birini kendimize bağımlı kılma arzusunun ve buna bağlı çaresizlik duygusunun insanı nerelere götürebileceğiyle. Öte yandan, kör olmanın beraberinde getirdiği travmadan ve birinin çaresizliği/bize bağımlılığı durumundan hüzün ve romantizm çıkarabilmek, aynı zamanda da gerilimi diri tutabilmek az ustalık isteyen işler değil. Tam da bu ustalık talebi, filme eski tarz bir hava veriyor. Zaten film hakkında İngiltere’de yayımlanan yazılardan birinde, filme hakim olan havanın yönetmenin kendi eski filmlerinden çok, erken dönem Hitchcock ve Argento’ya akraba olduğu söyleniyor. Filmde seyrek de olsa çekinmeden kullanılan (tekinsiz bodrum, göze değmek üzere olan bıçak gibi) klişelerden pek de rahatsız olmayanlardansanız, arada şaşırtmacalı, tuhaf komşulu, daha da tuhaf anne figürlü, sapık katilli, o evde kalmasa keşke, öyle yapmasa keşkelerle özdeşleştiğimiz kahramanlı, şöyle doğru düzgün eski tarz gerilimli, görece derinden ve sakin bir korku/gerilim filmi izlemenin keyfine dalmak isterseniz Julia’nın Gözleri sizi hayal kırıklığına uğratmayacak büyük olasılık.

Siyah Kuğu: Denizler Ortasında, Kör Kuyularda

(Özlem Öz Altyazı Korku Yıllığı 2012) Siyah Kuğu filmi, Nina’nın rüyasıyla açılıyor. Ulaşılmaz bir hayal gibi görünen ama çok geçmeden gerçek olan Kuğu Gölü’nde başrol rüyası, o güne kadar annesinin kanatları altında, pembeler içindeki odasında uslu uslu “dersine çalışan” çocuk-kadın Nina’yı karanlık yanını tanımaya zorluyor. Bu rolü mükemmel bir şekilde başarabilmek için, beyaz ve siyah kuğuyu aynı bedende taşıyabilmesi gerekiyor çünkü. Oysa karanlığa bakmak, pek çoğumuz için tehlikeli ve riskli bir şey. Korkutucu da. Siyah Kuğu bir korku filmi sayılabilir mi tartışmalarına dair burada bir not düşelim o zaman: Rüyalarınızda kendinizle karşılaştıysanız bilirsiniz, bundan daha irkiltici ve korkutucu çok az şey var gerçekten. Filmde de, Nina’nın yaşadığı dönüşümle birlikte tanık olduğumuz aynadaki görüntüsünün başka türlü hareket etmesi durumunu, kendimize bakmanın tekinsizliğinin bir işareti olarak yorumlamak mümkün. Film, orijinal Kuğu Gölü hikayesinde saklı “kötücül ikiz”, “kadının gündüz başka gece başka bir şey olması(!)”, “baştan çıkarma” gibi temalara ek olarak “annenin/rakibin yerine geçme”, “mesleki rekabet”, “yaşlanmak/gözden düşmek” ve “mükemmelliyetçilik” gibi son derece ilginç konularda psikanalitik okumalara bol ve zengin malzemeler sunuyor. Örneğin, ukala ve narsisistik direktör Thomas’ın mükemmeliyetçilik üzerine kestiği ahkamlar (“içinden gelen karanlık bir itkiyle hareket eden” Beth, Thomas tarafından “yıkıcı” ama “mükemmel” bulunur; diğer bir siyah kuğu Lily’nin hareketleriyse, Thomas’a göre, belki teknik olarak çok “doğru” değildir ama kendini bırakabildiği, “mış” gibi yapmadığı için “mükemmel”dir), kusurlunun kusursuzluğu teması üzerinden Zizek’i çağrıştırıyor. Kötü ikizini ilk defa keşfe çıkan Nina için “siyah kuğu” olabilme hali, Lily ile lezbiyen sevişme fantezisi sahnesinde tereddüte yer bırakmayan bir açıklıkta ortaya çıktığı üzere, korkutucu olduğu kadar çekici de bir yandan. Aslında hareket ve dans (ve evet, seks), kontrol/kendini bırakma temalarını düşünmek için oldukça elverişli zeminler. Hatırlayalım, kendimizi bırakabildiğimiz zaman güzelleşen dans teması, yakın zamanda sinema perdelerimizde görsel bir ziyafet sunan Pina filminde de bahsi geçen bir konuydu: Pina, dansçılarından birine “Harikasın ama yalnızca biraz daha çılgın olabilmen gerekiyor,” diyordu. Hem, filmde Thomas’ın sorduğu gibi, “Bütün bu disiplin ne için?”. Şüphesiz çok temel bir soru bu ve karşı sorusu Nina’nın annesinin ağzından dökülüyor: “Benim tatlı kızıma ne oldu?” Nina’nın dediği gibi, “O artık yok”. Yani Siyah Kuğu bir bakıma da, bir oyuncakları çöpe atma, nihayet anneye kafa tutma, diğer bir deyişle bir büyüme filmi. Ancak bu, zorlayıcı ve sancılı bir süreç. Ninacığı denizler ortasında, kör kuyularda, bilinmedik diyarlarda bir başına bırakıyor, mahvediyor. Tıpkı küçük kızların onların giysilerini giyerek annelerini taklit etmeye çalışmaları gibi, yıldızı sönmüş, emekliliğe zorlanmış Beth’in rujunu, parfümünü çalarak onun yerine geçmeye çalışan Nina (ki çok iyi biliyor ki, kendi sonu da tıpkı Beth gibi olacak -ve hatırlayalım, Nina’nın annesi de eski bir balerin), işler pek istediği gibi gitmediğinde, başka biri de onun rolünü çalmaya çalıştığında tam anlamıyla dağılıyor. Karanlık yanıyla karşılaşmayı da, rekabette kazanmanın ağırlığını da taşıyamıyor. Başarının çektiği haset ve kıskançlıkla başedemiyor. Ne de olsa, Thomas’ın dediği gibi, beyaz kuğuyu ve siyah kuğuyu aynı bedende taşımak müthiş zor bir iş. Finalde başarılı bir sahne performansı görüyoruz görmesine ama Nina’nın mükemmeliyetçiliğin doruğuna ulaşmasının bedeli de oldukça ağır oluyor. Yazımızı böyle şeyler yalnız Türkiye’de olmuyormuş diye düşündüren bir notla bitirelim: ABD’de mesleğimizi yanlış ve kötü tanıtıyor, o kadar yıkıcı rekabet yok bizde, diyen bazı balerinler filmden rahatsız olmuşlar! Şaka bir yana, film çok önemli konuları çarpıcı ve düşündürücü bir biçimde işliyor işlemesine de, bu konuları kadınlar arası mesleki rekabet vurgulu tartışmanın nahoş bir yanı da yok değil. Barda yeni tanışılan birinin “Siz kimsiniz?” sorusuna “Ben bir balerinim” cevabının verildiği bir dünyada (“Yok, ben adınızı sormuştum” diye bir tepki alıyor!), yani kendimizi ancak mesleğimizle tanımlayabildiğimiz bir dünyada, böylesi bir vurgu şaşırtıcı olmasa da yine de rahatsız edici. Son olarak, rekabet bu kadar başat bir unsursa hayatlarımızda, o zaman pek çok alternatif Kuğu Gölü performansı “ikizleri”yle bu film de rekabet halinde mi acaba diye sorabiliriz belki. Jenerikte isim ve rollerin veriliş hali böyle bir olasılığı düşündürmüyor değil doğrusu.