Monday 30 August 2010

Milattan Bir Milyon Yıl Önce: Tarih Öncesi Filmler



Özlem Öz

Kebikeç
(Sinema ve Tarih Özel Sayısı)



‘Tarih öncesi’ filmler janrı, 1923 yapımı Üç Çağ (Three Ages) adlı sessiz film ile başlatılıyor. Bu film, bir kadının aşkını her ne pahasına olursa olsun elde etmeye kararlı bir mağara adamının maceralarını konu edinen bir sessiz komedi. Janrın klasiklerinden 1940 yapımı One Million B.C.’nin ise, daha sonra pek çok kez tekrarlanacak ve türün tipik özellikleri olarak yerleşecek bazı tarihsel hataları (dinazorlarla insanların aynı çağda yaşaması, mağara adamlarının bugünkü halimiz gibi görünmesi vs.) başlatan film olduğu biliniyor. Filmin popülerleştirdiği bir başka unsur, filmin hikayesini (tarih öncesi hemcinslerimizi hayalimizde canlandırmamızı talep eden) bir arkeoloğa anlattırmak. Bu yönteme bir alternatif ise, filmi günümüzde başlatıp kahramanı zaman makinasına bindirerek tarih öncesi döneme göndermek olabiliyor (örn. Cavegirl, 1985).

Aslında, ister dinazorlarla aynı dönemde yaşamak şeklinde tezahür etsin, ister ‘Ateş nasıl bulundu?’, ‘Erkek egemenliğe nasıl geçildi?’ gibi konulara yönelik spekülasyonlarda kendini göstersin, ‘tarihe sadakat’ meselesi tarih öncesi filmlerin belki de en tartışmalı yönü. Örneğin, bu filmlerde genellikle bir romans da oluyor ve çoğunda bu romansın seyri günümüz toplumunda görülen benzerlerini andırıyor. Ama tarihçiler ve antropologlara göre bu durum oldukça tartışmalı. Tarih öncesi dekorda geçen cinsel kıskançlık temalı bir İtalyan seks komedisi (When Women Had Tails, 1970) çekilmiş ama ‘Cinsel kıskançlık her dönemde ve her yerde var mı?’ ya da ‘Cinsellikten utanma duygusu ne zaman başladı?’ gibi soruların cevapları henüz netleşmiş olmaktan uzak. Öte yandan, sayıları az da olsa, tarihi gerçeklere sadık olma iddiasında olan tarih öncesi dönem filmleri de yok değil. Bu ender filmlere örnek olarak kaybolan ateşi yeniden elde etme arayışını konu alan Quest for Fire (1981) verilebilir. Tarih öncesi filmlere yöneltilen ‘tarihe sadakat’ ile ilgili eleştirilere en ilginç cevap, canlandırma sineması üstatlarından, pek çok dinazora ‘hayat vermiş’ olan Ray Harryhausen’den gelmişti; üstat bu filmleri ‘profesörler’ (ki ona göre zaten büyük olasılıkla sinemaya gitmezler!) için yapmadıklarını söylüyor ve bunların fantastik filmler olduklarını hatırlatıyordu. Bu görüşe göre, dinazorlarla insanlar karşılaşınca (aslında arada 50 milyon yıl gibi bir fark var!) filmler çok daha ilginç oluyor. Benzer biçimde, kadınlar saçları yapılı ve makyajlı olarak kimilerine göre daha hoş ve izlenesi. Hatta, tarih öncesi filmlere kadınların yırtık pırtık, minimum deri giysiler içinde arzı endam etmelerini seyir için gidenlerin sayısının hiç de az olmadığı iddia ediliyor!


Aslında tarih öncesi filmler janrında, ‘tarih öncesi kadınlar’a özellikle odaklanan filmler de var; örneğin, erkeklerden pek hoşlanmayan ama neslin devamı için birkaç tanesini hazırda bulundurmayı tercih eden bir grup taş devri kadınının enteresan maceralarını konu edinen Tarih Öncesi Kadınlar (Prehistoric Women, 1953). Bu filmde, ateşi keşfedip, keşfi sayesinde bazı tarih öncesi tehlikeli yaratıkları halteden bir erkek, böylelikle erkek egemenliğini de başlatmış oluyor. 1966 yapımı Tarih Öncesi Gezegenin Kadınları (Women of the Prehistoric Planet) adlı film ise, tarih öncesi filmler janrı ile bilim kurgunun ilginç bir bileşimini sunuyor. Filmde bir uzay gemisi uzaklarda bir gezegene zorunlu bir iniş yapar. Tang adlı genç bir çocuk dışında bütün mürettebat hayatını kaybeder. Gezegene 20 yıl sonra ulaşan kurtarma ekibinden Linda, Tang ile karşılaşır. Linda ve Tang film boyunca pek çok badireler atlatırlar ve birbirlerine aşık olurlar. Filmin finalinde, kurtarma gemisi gezegenden ayrılırken, Linda Tang ile birlikte kalmaya karar verir; gemidekiler ise, ayrıldıkları gezegene bir isim verirler: DÜNYA.

Aynı bileşim (tarih öncesi-bilim kurgu bileşimi) janrın kült filmlerinden Horror of the Blood Monsters’da (1970) da var. (Not: Vampire Men of the Lost Planet ve Space Mission to the Lost Planet filmin diğer adları arasında). İyi kabile-kötü kabile ikiliğini tekrarlayan bu filmde kötü kabile vampirlerden oluşuyor (görüp görebileceğiniz en kötü vampir dişleri bu filmde!). Aslında film, vampiriklerle diğer mağara adamlarını karşı karşıya getiren siyah beyaz bir Filipin filmini dönüştürmüş. Nasıl mı? Filmin başına, bir gecede çekildiği söylenen renkli bir ‘günümüzde vampir saldırıları’ kısmı maharetle eklenmiş, filmin arasına da ana karakterlerin vampirlerin kökenini arama saikiyle çıktıkları yolculuğu anlatan kısımlar serpiştirilmiş ve bu kısımlar Filipin filmiyle güzelce kurgulanmış. Böylelikle kahramanlarımız çıktıkları uzay yolculuğunun sonunda tarih öncesi dönemi yaşayan bir gezegene inmiş oluyorlar. Tüm bu ek kısımlar (daha çok iş yapar diye) renkli çekilmiş ve siyah beyaz Filipin filmine yedirilmeleri ‘sorunu’ yaratıcı bir çözümle halledilmiş: bu gezegende bir atmosfer sorunu var ve radyasyon nedeniyle gezegen bazen kırmızı, bazen mavi, bazen yeşil tonlarda görünüyor. Böylece siyah beyaz film başarıyla monokrom renklendiriliyor. Bu bilim-kurgu/mağara filminde pes dedirten olaylar arasında benim favorim, gezegende yaşayanların su-ateş tabir ettikleri sıvıdan, petrol türevi bir şey olduğunu düşünerek iki bidon (!) alıp uzay gemisini çalıştırdıkları sahne. Filmde absürdlük açısından bununla yarışabilecek bir diğer bölüm, ‘elektronik seks’ sahneleri içeren kısım (Nasıl oluyor diye sormayın, izlemeniz lazım!). Bu kült filmin kanımca en sempatik yanı ise, kötülüğün dünyamıza dışarıdan geldiği fikri.


Aslında ‘İnsan iyi midir, yoksa kötü mü?’ temel sorusu özellikle iyi kabile-kötü kabile ikiliği ile, (Cem Yılmaz yapımı Arog’u da dahil edebileceğimiz) tarih öncesi filmlerde oldukça sık tekrarlanan bir tema. Şüphesiz bu soru, psikolojiden felsefeye, dinlere ve çeşitli sanat dallarına kadar pek çok alanda araştırmacıları/sanatçıları meşgul etti ve etmeye devam ediyor. (Yeni Sinemacılar’ın Takva filminde ana karakterin iyi bir insan olmaya çabalarken delirme noktasına gelmesinin hikayesini izleyeli çok olmadı.) Janrın belki de en ünlü filmi bağlamında bu soruyu daha yakından ele almak mümkün: Milattan Bir Milyon Yıl Önce (One Million Years B.C.).
Yukarıda bahsi geçen benzer adlı Hollywood filminin (One Million B.C.) yeniden çevrimi olarak tasarlanan bu film, 1966 yılı İngiliz Hammer Film Productions yapımı. (Not: 1970 yılında bu filmin When Dinosaurs Ruled the Earth adıyla bir devamı çekiliyor. Filmde Raquel Welch yerine Victoria Vetri, Ray Harryhausen yerine ise Jim Danforth görev almış ve seleflerinin düzeyine erişememekle beraber başarılı bulunmuşlar. Konu yine aynı: dinazorlu bir gelişmiş kabile-barbar kabile hikayesi.) Kanarya Adaları’nda çekilen fantastik tarzdaki film, Ray Harryhausen’in dinazorları ve diğer dev yaratıklarıyla renkleniyor. Film kayalık alanda bir mağarada zor şartlarda yaşayan oldukça vahşi bir kabilenin yaşamından kesitler sunarak başlıyor. Özetle, tam bir ‘altta kalanın canı çıksın’ kuralıyla var olmaya çalışan bu kabilede güçsüzün, şanssızın pek gözünün yaşına bakılmıyor. Örneğin, bir av sırasında çukura düşen yaşlı bir kabile üyesi kaderine terk ediliyor, yiyecek paylaşımı ve eş seçimi ‘savaşları’nı bu kabilede en güçlü olanlar kazanıyor. Filmin konusu şöyle gelişiyor. Kabilede bitip tükenmek bilmeyen kavgalardan birinin ardından kabile üyelerinden Tumak ‘oralardan uzaklara’ gitmeye karar verip, çöllere düşer. Dev yaratıklarla mücadele etmek dahil pek çok tehlike atlatır. Sonunda bitkin bir halde bir sahile ulaşır ve orada yorgunluktan bayılır. Dev bir kaplumbağa ile savaşlarını galibiyetle bitiren yöre kabilesi onu bulur. Deniz kenarında yaşayan bu kabile, Tumak’ınkine oranla çok daha ‘gelişmiş’ ve ‘uygar’dır. İlkel düzeyde de olsa, bir takım el aletleri yapmayı, basit giysiler dikmeyi, balık avlamayı öğrenmişlerdir. Birbirlerine iyi davranırlar, yiyeceklerini paylaşırlar. Tumak, bakımını üstlenen güzel Loana’nın (Loana’yı canlandıran Raquel Welch bu filmdeki rolüyle ve filmin posterindeki ünlü ‘tarih öncesi kadın’ pozuyla orta düzeyde tanınan bir sanatçıyken bir gecede herkesin tanıdığı bir yıldıza dönüşmüştü) da yardımıyla kısa sürede toparlanır. Çetin doğa koşullarıyla mücadele içinde olaylar gelişir ve iki kabile birbirinin varlığını keşfeder. Deniz kenarındaki kabilenin ulaştığı düzeyi çekemeyen taşlık alandaki kabilenin haseti kabileler arası bir savaşı tetikler ama son sözü doğa söyleyecektir. Büyük bir volkan patlamasıyla yeryüzü sarsılır. Anlarız ki, bunu fark etmeden/düşünmeden yaşasak da doğanın kendi devasa boyutları ve kuralları karşısında insan aslında minicik bir canlıdan başka bir şey değildir. Filmin sonunda faciayı atlatıp hayatta kalan az sayıdaki insan ‘yeni bir yaşam’ kurmak için yola koyulurlar. Bu haliyle film, ‘İnsan özünde iyi midir yoksa kötü mü?’ tartışmaları açısından bakıldığında oldukça zengin ve ilginç bir düşünme zemini sunuyor. Hoş ve naif bir şekilde, “Evet, belki haset, kıskançlık, kötülük var ama çetin şartlarda yaşarken bile iyilikle, dayanışmayla bir hayat kurmak da pekala mümkün” diyor. Hatta burada da bırakmıyor ve dayanışmanın ilerlemeye, gelişmeye yönelik bir üstünlük getirebileceğini de ima ederek bize şunu hatırlatıyor: Bu kadar kötülükle çevriliyken ‘insan aslında iyi midir yoksa kötü mü’ sorusunu cevaplarken bazen şüpheye düşsek de, en azından biliyoruz ki insan iyiyi seçebilir; belki de ihtiyacımız olan, hangi koşullarda iyiyi seçme olasılığımızın arttığını daha iyi bilebilmek.

Sherlock Holmes'un dönüşü ve sadakat



ÖZLEM ÖZ



Radikal İki


17/01/2010




Guy Ritchie'nin Robert Downey Jr. ve Jude Law'lu 'Sherlock Holmes'u vesilesiyle sevimli dedektifin sinema macerasını hatırlayalım

Polisiye romanın en ünlü dedektifi, Guy Ritchie’nin yönettiği Sherlock Holmes filmiyle uzun bir aradan sonra beyazperdeye geri dönüyor. Ve tabii Dr. Watson, Müfettiş Lestrade ve Lord Blackwood gibi tanıdıklarla. Şu ana kadar beyazperdenin gördüğü en iyi Holmes olarak Basil Rathbone, en iyi Dr. Watson olarak ise Nigel Bruce (yön. S. Landfield, 1939 dizileri; yön. R.W.Neill 1942-46 dizileri) gösteriliyor. Gerçekten de, Sidney Paget’in ünlü dedektif için, hikâyeler Strand Magazine’de yayımlanırken yaptığı ve hafızalarımıza “Sherlock Holmes” olarak kazınan şahane çizimlere “bu kadar olur” dedirten bir uyum gösteren Rathbone, karaktere hem fiziksel açıdan hem de hal tavır olarak tam oturuyor: İnce, uzun, kartal burunlu, erdemli, zarif, eksantrik. Yalnızca enteresan olayları ilgilenmeye değer bulan, keman çalmaktan, pipo tüttürmekten, “kimya köşesi”nde deneyler yapmaktan hoşlanan dedektifimiz, hobi olarak da “arı kültürü” gibi tuhaf konularla ilgileniyor. Holmes detaylara oldukça meraklı. Aynı zamanda hem akılcı hem de gerektiğinde birikime dayalı sezgilere yer vermeyi biliyor ki, bu yanı yaratıcısının tıp kökenini hatırlatıyor. Zaten bilindiği gibi, karakterin esin kaynağı Doyle’un öğretmeni olan bir tıp profesörü. Kendini beğenmiş, hatta kasıntı ama yine de sevimli bir ukala olarak çizilen Holmes karakteri, çevresine karşı oldukça kayıtsız. Olayı çözmeye kilitlendiğinde, başkalarının onun hakkında ne düşündüğü pek de umurunda değildir: Hikâyelerden bazılarında arka arkaya patlayan beklenmedik skandallarla itibarının yerle bir olduğunu görürüz, ancak onun kılı bile kıpırdamaz. Dr. Watson ise alçakgönüllü, içten, sırdaş ve hikâyelerde okuyucunun/seyircinin bir nevi temsilciliğini üstlenen bir karakter olarak çizilir. Holmes’un sadık dostu Watson, başlarından geçenleri yazıya dökme işini de üstlenir ve bu sayede biz de bu yalın ve zarif öyküleri okuma şansına ve keyfine erişiriz. Sinema uyarlamalarında Holmes’u Rathbone dışında, Peter Cushing’den Christopher Lee’ye pek çok ünlü oyuncu canlandırdı. Son filmde Robert Downey Jr. Holmes, Jude Law da Dr. Watson olarak arzı endam ediyor.

Sadakat mevzuu

Sinema uyarlamalarında edebiyat eserine tam bağlı kalmanın zorluğu bilinir. Sonuçta sinema görsel bir sanat ve dedektif janrı örneğinde “bir akıl yürütme diyalogları serisi”ni izlemek pek çoğumuza cazip gelmeyebilir. Ama öte yandan, yine pek çoğumuz “esrarengiz şeyleri dehşetli severiz”. Holmes hikâyelerindeki esrarengiz hava, heyecan ve gerilim düzeyi de, doğrusu sinema uyarlamalarına çok yakışıyor. Zaten iddia edilebilir ki, Holmes hikâyelerinin Zizek’in deyimiyle “sinthom”u akıl yürütme diyaloglarından ziyade bu havada saklıdır. Aslında tam da bu hava, basit ve kolay gibi görünen Holmes öykülerinin taklit edilmelerinin niye bu kadar zor olduğunu da açıklar. Dolayısıyla Holmes’un sinemada benimsenen ilk dedektif figürü olması hiç şaşırıtıcı değil. Şaşırtıcı olan, sanılanın aksine, ilk Sherlock Holmes filmlerinin İngiltere’de değil, ABD ve Danimarka’da çekilmiş olması. Dedektifimizin ilk sinema macerası, 1900’lerin başında ABD’de çekilen hareketli görüntülerden oluşan Sherlock Holmes Baffled adlı 30 saniyelik bir kısa filmdi. Ardından yine oldukça kısa, sekiz dakikalık The Adventures of Sherlock Holmes (1905) geldi. Anlaşılan o ki, Holmes hikâyelerini sinemaya uyarlayan yönetmenler daha bu ilk dönem uyarlamalarında orijinal hikâyelere sadık kalma zorunluluğu hissetmemişlerdi. Örneğin, 1908-1911 yılları arasında çektiği 11 Sherlock Holmes filminde, Danimarkalı yönetmen Viggo Larsen (bu filmlerde ünlü dedektifi bizzat kendisi canlandırır), hikâyelere yeni karakterler eklemenin yanı sıra Doyle’un çizdiğinden çok daha sempatik bir Holmes ve çok daha aktif bir Dr. Watson yorumu sunmuştu. Öte yandan, 1908 ABD yapımı Sherlock Holmes and the Great Murder Mystery aslında bir Poe uyarlamasıydı ama Poe’nun dedektifi Dupin’in yerini bu filmde Holmes almıştı. 1910’larda Fransa’da karakterin yaratıcısı Doyle’un da filme dahil edildiği ve olaylara müdahil olduğu Fransız film dizileri ve Almanya’da 1917-18 yıllarında fantastik ve grotesk unsurlar barındıran Sherlock Holmes filmleri çekilmişti. 1930’lu yıllarda ise, orijinal hikâyelerde kadınlarla pek ilgilenmeyen Holmes’a romantik ilişkiler atfeden filmler çekildiği biliniyor. 1942’ye geldiğimizde Sherlock Holmes and the Voice of Terror filminde Watson’un da evrime uğradığını görüyoruz (maalesef bir çeşit budala komedyene dönüşmüş). Uzun lafın kısası, edebiyat uyarlamaları ve sadakat konusu oldukça çetrefilli. Roloff ve Seesslen, Cinayet Sineması başlıklı kitaplarında Holmes söz konusu olduğunda orijinal öykülere sadakatın hikâyeler güncel ortamlara taşındıklarında pek de mümkün olmadığını belirtiyorlardı: “Viktoryen/Gotik İngiliz fonu olmaksızın Sherlock Holmes kendisi olamıyordu; muammayı çözüşleri çocukça kalıyordu artık; çünkü bu amaçlı akıl yürütmeler, düşünerek sonuca varmalar ancak entelektüel bir “masumiyet” dünyasında insanı şaşırtabiliyorlardı. ... Bilgi sahibi bir toplumda, özellikle suça alışmış bir toplumda, Sherlock Holmes’un sıradan ve biraz komik bir etki yapması doğaldı.” Dolayısıyla, bu bakış açısına göre, Holmes’un gerçek “dönüşü” olay çözmeye değil, ancak kendi çağına ve gotik korku türünün bağrına dönüşle gerçekleşebilir gibi görünüyor.