Tuesday 26 July 2011

Ejderha Dövmeli Kız ya da Kadınlardan Nefret Eden Erkekler


Özlem Öz

Patika 2010

İsveçli gazeteci ve yazar Stieg Larsson’un tüm dünyayı kasıp kavuran Milenyum Üçlemesi’nin ilk kitabı ve kitaptan uyarlanan film aynı adı taşıyor: Ejderha Dövmeli Kız (Orijinal başlık ise, Män Som Hatar Kvinnor yani Kadınlardan Nefret Eden Erkekler). Kitap da, film de bol ödüllü ama yazarı maalesef 2004 yılında, bu başarıları göremeden, hayatını kaybetti. Larsson, hikayenin ana karakterlerinden Blomkvist’i hatırlatır şekilde, Stockholm’de yayımlanan ve sağcı sermayedarlara karşı mücadele veren bir derginin (Expo) yazı işleri müdürüydü ve dünyanın sayılı anti-Nazi uzmanları arasında gösteriliyordu. Kadınlara yönelik şiddet, büyük sermayenin ahlaki çöküşü, aşırı sağın günlük hayata nüfuz etmiş tezahürleri favori konuları arasındaydı. Romanlarını, akşamları işten eve geldiğinde keyifli zaman geçirmek için yazdığını söylüyordu.

Bol kahve ve matematik

Ejderha Dövmeli Kız’ın konusu, iki ana paralel hikaye ve çok sayıda yan hikayecikle beslenerek yürüyor. Açılışta sıkıcı bir iş dünyası skandalı, bir nevi “solcu gazeteci sağcı iş adamına karşı” temasıyla karşı karşıyayız gibi yapan bu hikayenin, sonraları vurgusu epey değişiyor ve temposu da oldukça yükseliyor. Tempoyu zirvelere yükselten ve yalnız dedektif hikayeleri tutkunlarını değil, hepimizi soluksuz bırakan asıl hikaye, yıllar önce kaybolan bir kızın başına gelenlerin ortaya çıkarılması ekseninde dönen bir muamma. Kahramanlarımız Blomkvist ve Lisbeth’in, 40 yıl önceki olayın sırrını açığa çıkarmak için bol kahve eşliğinde gömüldükleri bu hummalı araştırmayı takip etmek, adım adım sonuca ulaşmalarını izlemek oldukça keyifli ve heyecanlı. Belli ki Larsson, eski-yeni dedektif yazınına oldukça hakim; zaten muamma hikayesi de Miss Marple tarzı bir “dar alanda (burada bir ada) suçlu bulmaca” olarak kurgulanmış. Ejderha Dövmeli Kız’ın klasik dedektif hikayelerinden bir farkı, bol teknoloji kullanımı; öyle ki, bilgisayarlar ve e-posta yazışmaları kayda değer önemde; başkarakter ise bir bilgisayar korsanı! Tüm bunlar, hikayeyi canlı ve güncel kılmanın yanı sıra, ona bir çeşit kendine özgü “dedektif-aksiyon” havası da veriyor.

Hikayede öne çıkan karakterler, yeğeninin kaybolmasını saplatı haline getirmiş, ömrünün son demlerine ulaşmış zengin bir işadamı olan Henrik Vanger (ve ailesinin diğer mensupları), yıllar önce kapanmış bu davayı çözmek için tutulan “araştırmacı gazateci” Blomkvist (ve “onun kadınları” diyelim) ve öykü ilerledikçe onun yardımcısı rolünü üstlenen “ejderha dövmeli” Lisbeth. Bunlar arasında en “cool” olanı, çelişkili karakter özellikleriyle hiç şüphesiz ki son yıllarda dedektif janrında yaratılmış en etkileyci kadın karakterlerden biri olan Lisbeth Salander. Web’de Wasp adını kullanan bilgisayar dahisi/korsanı, anaroksik görünecek kadar zayıf ama çekici Lisbeth, sorunlu bir çocukluk geçirmiş, sosyal görevliler tarafından kontrol altında tutulan, sosyopat bir karakter olarak çiziliyor. Fotografik hafızaya sahip, üstün zekalı, satranç ve matematik tutkunu (Dimensions in Mathematics’i elinden bırakmıyor!) bu genç kadın, dövme, piercing, siyah deri ceket ve motorsiklet seven, maceracı seks hayatıyla (biseksüel) dikkat çeken ve boks yapan haliyle sanki bir çizgi romandan fırlamış gibi (bir çeşit Modesty Blaise?). Mutlaka bir etiket gerekirse, Lisbeth’in bir anarko-feminist olduğu söylenebilir ya da “kadınları sevmeyen erkekler”le ve “otorite”yle pek iyi geçinemiyor diyelim!

Gerçeği duymak istediğinizden emin misiniz?

Arkaplanını oluşturan doğa şartları kadar sert (kuzeydesiniz; kar altında ve soğuktasınız), seri katillerden tecavüz ve sadizme, oradan rahibelere ve Nazilere; bir yandan da kurutulmuş çiçekler, aşk, seks ve kedilere kadar yok yok diyebileceğimiz bu hikayede, öne çıkan ilginç bir tema, bildik “suçlu birey mi toplum mu” tartışması. Ana karakterler aracılığıyla verilen bu tartışmanın taraflarından solcu gazeteci Blomkvist’in tavrını söylemeye gerek yok. Lisbeth ise, Blomkvist’i kötülüklere “nedenler aramak”, “açıklamalara girişmek”le eleştiriyor. Onda Simenon tarzı bir suçluya sempati aramak boşuna. Ne de olsa Lisbeth’in de karanlık bir geçmişi var ve benzer zor şartlardan gelen herkesin kötülük yapmadığını bizzat tecrübeyle biliyor.

Hikayenin sonuna doğru beklenmeyeni başarmış, gerçeği ortaya çıkarmış Blomkvist, kendisini bu iş için bir yıllığına görevlendiren Henrik Vanger’a “Gerçeği duymak istediğinizden emin misiniz?” diye soruyor. Hikayenin kendisi de duymamayı/bilmemeyi tercih ettiğimiz gerçeklerle örülmüş zaten: “İsveç’te kadınların yüzde 13’ü ağır cinsel şiddete maruz kalıyor”; “İsveç’te cinsel şiddete maruz kalan kadınların yüzde 92’si en son yaşadıkları cinsel şiddeti polise bildirmediklerini belirtiyorlar”. Kadın haklarındaki konumu ve kadının siyasete katılım istatistikleri açısından gıptayla bakılan, örnek gösterilen ülkelerden biri olan İsveç’te durum böyle olunca, dünyanın geri kalanı için pek bir şey söylemeye gerek kalmıyor.

Yazımızı Şubat 2009’da İskandinavya’da başlayan dünya turunu sürdüren ve ülkemizde de vizyona giren Milenyum Üçlemesi’nin ilk filmi Ejderha Dövmeli Kız’ın (yön. Neils Arden Oplev), David Fincher’in yöneteceği, Mikael Blomkvist’i Daniel Craig’in Lisbeth Salander’i ise Rooney Mara’nın canlandıracağı ve 2011’de vizyona girmesi planlanan bir Hollywood versiyonun da çekilmekte olduğunu belirterek bitirelim. İkinci kitaptan uyarlanan üçlemenin ikinci filmi Ateşle Oynayan Kız ise Film Ekimi’nin bu yılki programına dahil edildi. Filmleri güzel ve diri bir dedektif hikayesi izlemek fırsatını kaçırmak istemeyenlere tavsiye edelim ve hatırlatalım: kitapları okumadıysanız, önce kitap sonra film daha iyi olur; okuduysanız fazla söze gerek yok, zaten filmleri görmek için sabırsızlanıyor olmalısınız.

Wednesday 5 January 2011

Harry Potter - Expecto Patronum




(Özlem Öz, Altyazı Korku Yıllığı 2012) 13 Temmuz 2011 Harry Potter severler için önemli bir gündü. Bazılarımız günler öncesinden biletlerimizi almak için kuyruktaydık. (Bilet sırası biraz hüzünlüydü gerçi; film için belirlenen yaş sınırı 13?? olunca, “Birinciyi izledim, devamını niye izleyemiyorum?”, diye isyan eden, hatta ağlayan ufaklıklar vardı sırada çünkü.) Dile kolay, neredeyse 10 yıldır keyifle takip ettiğimiz bir hayal evreni “büyük final”ini yapacaktı, heyecanlıydık. Son kitabı zaten okumuş olanlar, acaba filme nasıl aktarmışlar hikayeyi diye merak ediyorlardı; bazılarımız ise (benim gibi!) son kitabı yarısında (tam olarak Harry Potter ve Ölüm Yadigarları 1 filminin kaldığı yerde) bırakıp, finali filmden öğrenmeyi tercih etmişlerdi, seyir zevkini kaybetmemek için. Harry Potter ve Ölüm Yadigarları 2 filmi, ilkinin kaldığı yerden devamla, kahramanlarımız Harry, Hermione ve Ron’un, Voldemort’un ölümsüzlük sırrı hortkuluklardan geri kalanların peşine düşmeleriyle açılıyor. Voldemort’un üçlümüzün sırrını çözdüklerini anlamasıyla daha da heyecanlı bir hale bürünen hortkuluk avının peşinde, Harry Potter evrenindeki “tanıdıklarımızın” maceralarını iki saati aşkın bir süre ilgiyle izliyoruz. Son ana kadar Harry’nin kendisinin de bilmediği ve Snape’in (Snape, internet sitelerinde en sevilen Harry Potter karakterleri arasında yer alıyor, hatta pek çoğunda birinci!) gözyaşından damıtılan hatırasını izleyince öğrenebildiği gerçeğin, yani yedinci hortkuluğun ne olduğunun anlaşılmasıyla beraber, hikayede hüznün doruğuna erişiliyor. Ancak, zor anlarda dahi, ne yapmamız gerektiğini söylemeyip kendimiz görelim ve karar verelim isteyen, yarı Tanrıvari karakterlerin bu hikayedeki temsilcisi Dumbledore ile Harry’nin bir araf/hayal diyarında (Harry’nin deyimiyle King’s Cross’a benziyor!) karşılaşması sahnesinde yakalanan başarı, filmin finalinde tekrarlanamıyor. Kitabın finalindeki şahane Harry Potter-Voldemort düellosu ve diyaloğunun filmde hakkının verildiğini söylemek zor; hal böyle olunca kitabın finalindeki etkileyici hava da filmde ıskalanmış oluyor. Finalin finali diyebileceğimiz bölümün filme aktarımı ise, en hafif deyimle “müsameremsi” kalmış; tek iyi yanı, iki saati aşkın bir süre oldukça gerilmiş olan izleyicileri epey güldürmesi! Harry Potter kitapları ve filmleri üzerine çok yazıldı, çizildi. Hatta serinin Marxist okumaları bile yapıldı (Re-reading Harry Potter, S. Gupta, 2003). Harry Potter ve Felsefe Taşı’ndan bugüne Harry ve arkadaşları neredeyse gözlerimizin önünde büyüdüler. Aslında, her ne kadar bir diğer “iyilikle kötülüğün destansı savaşı” hikayesi gibi görünse de, Harry Potter’ın en az bu ana tema kadar düşündürücü ve zengin yan temalarından biriydi büyüme hikayesi. Korkutan ve cezalandıran yanlarıyla neredeyse bir baba figürüne dönüşen Voldemort’a isyan ve ismini korkmadan söyleyebilmek bir yana, kehanetin öngördüğü üzere, onun eşiti olduğunu vurgularcasına, ona Tom ya da Riddle diyebilmek, her şey bir yana Harry’in artık büyüdüğünün de bir ispatı gibiydi çünkü. Uzun lafın kısası, 2011 yaklaşık 10 yıldır devam eden Harry Potter masalının beyaz perdedeki son yılı olarak da anılacak. J.K. Rowling, Harry-Ginny ve Hermione-Ron ikililerinin masum-tatlı aşk hikayelerini, “iyiler” cephesindeki büyüklü küçüklü herkesin dostluk ve fedakarlıklarını, büyücülerin günlük işlerini yapan, onlara hizmet ve itaat eden elfleri örgütlemeye çalışan Hermione’nin çırpınışlarını, aşırı (!) hayvansever tatlı Hagrid’i, Hogwarts yıkılırken, bu zor an için saklanmış bir büyüyü yapıp “Bu büyüyü hep kullanmak istemişimdir” diye mutlu olabilen Professor McGonagall’ı, ruh emici ölüm yiyicileri, yılanların diliyle konuşabilenleri, patronusları, baykuşlu postaları ve daha sayamadığımız nicelerini içeren koskoca bir dünya kurdu, hediye etti bize. Bu büyülü dünyayı hep hatırlayacağız. Herkesin favori Harry Potter kitapları, filmleri var. Bana göre, Azkaban Tutsağı ve Melez Prens en güzelleri. Filmlerin yapımcısı Warner Bros. tüm filmlerin ayrıntılı kurgu ve kamera arkası bilgilerinin de bulunduğu bir DVD setini 2012’de piyasaya sürmeye hazırlanıyormuş. Bakalım bu DVD seti Potter diyarında yeni keşiflere çıkmamıza vesile olabilecek mi?